2. Dünya Savaşı Sırasında Türkiye Ekonomisi

İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk ekonomisine; iktisat politikaları, bunların devlet-toplum ilişkisine sirayet ediş biçimi ve bunların tek parti yönetiminin temelini teşkil eden, bürokrasi ile köylülük ittifakını berhava edip tek parti yönetiminin yapısal olarak sürdürülmesinin olanaksız hale getirmesi.

alpbugdayci - 4 Aralık 2023

1.0 Dünya Savaşı Arasında Türkiye Ekonomisi (1939-1945)

1.1 Ekonomik Düşüş ve Fakirlik

Türkiye savaşa girmemişti fakat savaş iktisadi olarak Türk evlerine girmişti. Metin Toker, savaş yıllarında halkın yaşadığı yoksulluğu şu sözlerle anlatır:

“Evlerde ekmek kavgaları, kim daha çok yedi, kim daha az yedi tartışmaları eksik olmazdı. Ağır işçi karneleri sözüm ona kollarıyla çalışanların karınlarını biraz daha iyi doyurmak içindi ama bunlar karaborsada bol bol satılmaktaydı. Hatta francala bile bulmak, bedelini ödedikten sonra pek hala kabildi. Halk ile memur iki sınıf halinde birbirinden ayrılmıştı ve devlet, kendi memurunu kısmen koruyabilmenin gayreti içindeydi. (...) Şeker için memura ve halka değişik bedel ödetiliyordu. Hâlbuki bunları almak da bir meseleydi ve nüfus cüzdanlarının başındaki beyaz sayfalar çeteleye dönmüştü.”[1]

Bu dönemde çok büyük bir enflasyon vuku bulmuştur, 1938’de 100, 1939’da 101 olan genel fiyat endeksi, 1944’te 459’a çıkmıştır [2] [3]. Gıda endeksi ise 1938’de 100 ise 1944’te 1113’e çıkmıştı [4]. Bu dönemde ithalat hacmi 2 yıl içinde yarı yarıya düşerek yüzde 3’ün altına inmişti, buğday üretiminde ise %50’ye yaklaşan bir gerileme mevcuttu [5]. Toplam tarımsal hasıla endeksi ise yüzde 40 düşüş yaşamıştı. Aynı şekilde bu dönem nüfusun %10’u silahaltına alınmıştı. Cumhuriyet Dönemi’nde ise ordu harcamalarına öncelik verilmediğinden ordu dönemin teknolojilerine uygun bir şekilde donatılmamıştı.(Hatta dönemin İngiliz ordusunun üst yönetiminin Türkiye üzerindeki raporlarında Türk ordusunun geri olduğu ve müttefiklere askeri açıdan katkı sağlayamayacağı belirtilir [6].) Bu bağlamda 1.5 milyon kişilik ordun beslenmesi ve yeniden donatılması muazzam bir ekonomik yük getirmişti; Milli Savunma Bakanlığının ulusal bütçedeki payı bu dönemde %50’ye kadar çıkartılmıştı [7]. Bu dönemde aynı zamanda kıtlıktan dolayı ekmek karneye bağlanmıştı [8]. Bu dönemde neredeyse tüm kesimler derin bir fakirlik içerisindeydi. Bu durum basına da yansımıştı:

Savaşın getirdiği ekonomik darboğaz her şeyden önce nüfusun yüzde 80’ini oluşturan köylü kesimi vurmuştu. Bu dönemde köy geçinme endeksi beş kat artmıştı [9]. Dönemin gazetecisi Halil Aytekin, Tan gazetesinde köylünün durumunu şöyle yazmaktaydı:

“Bugün açık olan bir hakikat varsa o da köylümüzün her zamankinden ziyade sıkıntı ve darlık içerisinde olduğudur. Harpten önce sattığı bir kilo buğdaya karşılık en aşağı sekiz metre bez, iki teneke sadeyağına bir teneke gaz, bir koyuna âlâsından bir kat urba, iki tavuğa bir tırpan, bir kilo peynire bir kilo sabun, bir kilo yapağıya bir geyim gön [bir çift ayakkabı derisi], altmış kilo buğdaya iki çift celep malı alabiliyordu. Bugünün şartlarına göre bu ihtiyaçlarını sağlayabilmek için ancak bu ödediği malların bazılarında beş mislini yatırabilmeli ki, harpten önceki satın aldığı malların daha çürük, daha bozuk ve enginini elde edebilsin.”[10]

Mediha Berkes ise savaş yıllarında, Yurt ve Dünya dergisindeki yazısında, köylünün durumunu şöyle anlatmaktaydı;

“Bazı tüccarlar daha yeni mahsul çıkmadan köylüye borç para vermiş, mahsul çıkar çıkmaz pirinç, mercimek, nohut, fasulye gibi şeyleri etraftan ucuz fiyatla toplamış veya fiyatlar daha artmadan çok miktarda besin maddesi satın almışlardır. Böylece halkın elinde avucunda yiyecek kalmamış, bilinmez yerlerde ve bilinmez ellerde toplanmıştır. Yozgat istikametinde gördüğümüz bir küçük köyde çok yiyecek darlığı vardır. İçlerinde şunu bunu satıp bir parça un alıp günü gününe geçinenler, bulamadığı zamanlar aç kalanlar vardır. Gittiğimiz evlerden birinde hiç yiyecek yoktu... Kadın birkaç günlük loğusa idi, fakat sütsüzlükten çocuğu ölmüştü.”[11]

Dönemin Zonguldak milletvekilleri ise kendi seçim bölgelerinde yaptıkları tetkiklere dayanarak hazırladıkları bir resmi raporda, köylünün fakirliğine ve kötü durumuna değiniyordu. Rapordan bir kısım ise şöyleydi:

“Uğradığımız her kaza ve nahiyede köylülerle nahiye merkezlerinde oturanlar ekmeklik zahire bulabilmek için karşılaştıkları zorlukları ve çektikleri sıkıntıları anlattılar. Bazıları günlerce dolaşıp araştırdıkları hâlde zahire bulamayarak elleri boş döndüklerini ve bazılarında şimdiye kadar ellerinde bulunan eşya mübadelesiyle ve güçlükle tedarik edebildikleri zahire için artık bellerinde ve evlerinde mübadeleye çıkaracak eşyaları kalmadığını söylediler.”[12]

CHP Gaziantep Bölgesi Parti Müfettişi Fahrettin Tiritoğlu da 1 Temmuz 1945 tarihli teftiş raporunda köylerde yaşanan açlığı ve fakirliği şöyle aktarır:

“Geçen yıl mahsul az olduğu için bu vilayetimizin her tarafında çok fazla ekmek sıkıntısı çekilmiş ve bilhassa Kilis ve Nizip kazalarında bazı köylerde buğday, arpa ve darı bulunmadığı için küşne ile bu ihtiyacın karşılanması yüzünden halkın hastalandığı ve hatta sütteki çocuklarda ölüm vakaları da olduğu görülmüştür.”[13]

Dönemin tanıklarından Kemal Karpat ise bu dönemde Kuzey Karadeniz’de bazı köylerde insanların açlıktan öldüklerini yazar [14]. Hatta Başer Kafaoğlu, Karadeniz Bölgesi’nde halkın açlıktan dolayı süpürge tohumu yediğini yazar [15]. Bu dönemde sadece ülkenin orta, kuzey ve doğu kısımlarının köylerinde değil; aynı zamanda Batı Anadolu’nun köylerinde de derin bir fakirlik yaşanmaktaydı [16]. Şu da ifade edilmelidir ki, köylü kesiminin çoğunluğunu oluşturan küçük köylü kesiminin aksine, büyük toprak sahibi köylü zümresi savaşın ekonomik koşullarından pek etkilenmemiş; hatta karaborsa gibi yöntemlere başvurarak servetini arttırmıştır [17]. Öyle ki dönemin gazetecisi Hüseyin Avni, bu dönemdeki bir yazısında, sermaye ve toprak sahibi azınlık bir köylü kesiminin zenginleştiğini yazmaktaydı [18]. Savaşın koşulları, salgın hastalıklarını da arttırmıştır; savaş döneminde birçok doktorun, sağlık görevlisinin ordu hizmetine alınmış olması ve köylünün temel besin maddelerine ulaşımının zorlaşmasından dolayı köylerde sıtma yeniden artmaya başlamıştı. 1930’larda Refik Saydam’ın sağlık politikalarıyla önemli ölçüde azaltılan [19] ve yüzde 11’e kadar indirilen sıtmalı oranı, savaş yıllarında yüzde 32’ye çıktı [20]. Murat Metinsoy, köylünün bu fakirliğinin uzun vadede Türkiye için bir sonucunun da, köyden kente göçü tetiklemesi olduğunu şöyle ifade eder: “Demokrat Parti döneminde başlayacak olan kırdan kente göç süreci açıklanırken, göçün nedenleri, 1950’li yıllarda hızlanan tarım sektöründeki makineleşmenin yanında, İkinci Dünya Savaşı yıllarında küçük köylülerin ekonomik koşullarının sarsılmasına kadar götürülebilir.”[21] Şevket Pamuk ise bu önermeye katılmaz ve şöyle yazar:

“Savaş yıllarında kırsal alanlardan kentlere doğru veya diğer yönde önemli bir göç eğilimine rastlanmıyor. Yoksul kesimler için yaşam koşullarının kırlarda ve kentlerde aynı derecede güç olduğu ve iç göç eğiliminin bu nedenle ortaya çıkmadığı söylenebilir. Ancak, bir diğer açıklama da mümkün gözüküyor. Türkiye'de kırlardan kentlere göç 1950'lere kadar çok sınırlıdır. Dolayısıyla kırsal alanlarla kentler arasındaki toplumsal bağlar cılızdır ve kentlere göç edecek nüfusa destek oluşturacak toplumsal ilişki ağları, doku ve bir anlamda altyapı, 1950'li yıllara kadar ortaya çıkmamıştır. Bu nedenle de savaş koşullarında iç göç özellikle güç bir seçenek olarak kalmıştır. Nitekim savaş döneminin günlük gazetelerinde maddi bakımdan güç duruma düşen köylülerin geçici işlerde çalışmak üzere kentlere geldikleri, ancak kısa bir süre sonra köylerine geri döndüklerine ilişkin haberler görülüyor.”[22]

Şehirlerde de durum farklı değildi. İstanbul’da temel tüketim maddelerinin artışı şöyleydi:

Bu dönemde İstanbul’da işçilik yapan Zehra Kosova, hatıratlarında, İstanbul’daki durumu şöyle aktarır; “Savaş yıllarında İstanbul'da hayat çok zordu... Sokaklar aç insanlarla doluydu. Çöp kutularını karıştıranlar, lokantaların önlerinde bir dilim ekmek dilenenler, asker kaçakları, akla gelen her türlü yoksulluk ve sefalet İstanbul sokaklarının doğal manzarası olmuştu.”[23] Orhan Kemal ise Ekmek Kavgası adlı romanında savaş yıllarında şehirlerdeki yoksulluğu ve aç bir insanların hatta köpeklerin belediyenin artık yemeklerini paylaşmak için verdiği mücadeleleri şöyle gözler önüne serer: “Sabah, öğle, akşam karavanalarından artan yemeklerin döküldüğü toprak, kalın ve besili solucanların hazla kıvrandığı zifirden bir bulamaç halindeydi. Yalın ayak çocuklarla ihtiyar kocakarılar, paslı teneke kutuları ağız ağıza dolu, uzaklaşırlarken, erkek köpekler sıhhatten gerilmiş karınlarını güneşe devirip uyuklarken, sarkık memeli dişiler de peşlerinden tonton enikleriyle dolaşırlardı. Daha sonra meydan karga sürülerine kalırdı. Yalın ayak çocuklarla kocakarılar paslı kutularını daha önce doldurabilmek için çekişiyorlarsa da, köpekler arasında esaslı bir savaş başlamıştı. Bazan bir kemik parçası yüzünden köpeklerle insanlar arasında da kavgalar çıkıyordu. Yahut bir parça ekmek bir kocakarı değneğine dayana dayana giderken, aynı ekmek için yalın ayak bir oğlan tarafından da görülmüş oluyordu. Oğlan kocakarının değneğini çekiverince, kadın yuvarlanıyor, beriki koşup ekmeği kapıyordu."[24] Adnan Binyazar ise, hatıra romanında, o dönem nasıl küçük kardeşiyle savaş yıllarında açlık çektiklerini ve çöpleri karıştırdıklarını yazar:

“Açlıktan tahtaları kemiriyordum. Yazın sanatı sanılmasın; gerçekten tahtaları kemirdim. Çam kokulu tahtaları kemirirken doymuşluğu düşünebiliyorsunuz.”[25]
“Evdekilere göre biz daha iyi durumdayız. Çöplükleri karıştırıp yiyecek bir şeyler bulabiliyoruz hiç değilse. Bir gün, kapağını açınca güzel kokan bir şey bulduk. Üstünde “Diş Macunu" yazıyor. O güne kadar, diş fırçalama diye bir şey bilmiyoruz. Kokusuna bakarak bunun lezzetli bir yiyecek olduğunu sanıyoruz. Tüpün içindeki diş macununun kokusu hoşumuza gidiyor. Tadımı, kokusu güzel, yemesi berbat bir şey. İstanbullula ne olduğunu bilirler diye diş macununu eve getiriyoruz. Belki ekmekle yenirse iyi olur diye düşünüyoruz. Kutudakinin diş macunu olduğunu görünce evdekiler aç soluklarıyla gülüp alay ediyorlar bizimle.. Hayvan eğildiği otu koklamadan ağzına koymazken, biz yiyeceğe benzeyen her şeyin üstüne saldırıp kaptığımızı ağzımıza atıyoruz.”[26]

Bu dönemin siyasetçilerinden ve Cumhurbaşkanı İnönü’nün yakınlarından Faik Ahmet Barutçu ise hatıratında bu dönemde, İstanbul’daki açlık sorununu şöyle yazar:

“Açlık ıstırabı giderek genişlemekteydi. Pirinç, yağ, et gibi ana maddeleri bulmakta güçlük çeken kentlerimiz eksik değildi. İstanbul gibi en önemli bir merkez yiyecek sıkıntısına düşmüştü.”[27]

Şehirlerde aynı şekilde bir konut darlığı da baş göstermişti, zira bu dönemde kiralarda iki üç katlık bir artış görülmüştü [28]. O dönemde öğretmenlik yapan Fehmi Yavuz, savaş yıllarında Ankara’daki konut darlığını şöyle yazar:

“Ankara'da konut bunalımı dayanılmaz boyutlara ulaşıyordu. "Sen git, ev tuttuktan sonra eşini gelir alırsın, ya da biz getiririz" dedilerse de ben "Bir çaresini bulurum" dedim, eşim ve halası ile Ankara'nın yolunu tuttuk. Birkaç gün bir akrabamızın evinde kaldıktan sonra, Hamamönü'ne yakın bir yerde 18 liraya bir ev kiraladım. Evde su, elektrik, havagazı yoktu. Bahçedeki tuvaleti 5 aile kullanıyorduk. Saka her gün iki teneke su getiriyor, yakındaki çeşmeden, gerektiğinde kova ile ya da bakraçla su alıyorduk. İlk günlerde ardiyeden aldığımız 1-2 küfe kok kömürünü sobada yakarak ısındık. Ardiyelere kömür gelmemeye başladı. Kimi durumlarda, kalorifer küllerinden seçilen kömürlerin tenekesini 80-100 kuruşa alıp yaktık... Askere giderken Ulucanlar'daki evi sınıf arkadaşım Nihat'a bırakmıştım. Dönüşte, Nihat ev buluncaya kadar uzunca bir süre evi paylaşmak zorunda kaldık.”[29]

İstanbul Belediye Mecmuasındaki bir yazısında Emin Kıcıman da, o dönemdeki İstanbul’daki konut sorununa şöyle dikkat çekiyordu:

“Bizde ev meselesi istenildiği gibi düzelmiş değildir. Bir memur ancak maaşının beşte birini; meselâ eline 100 lira geçerse bunun 20 lirasını kiraya verebilir. Bu bile memurun bütçesine büyük bir darbe olur. Ucuz olsun diye tamah edilen kenar mahalleler hem işine gücüne uzak düşer, hem de sabah akşam vaktinden kaybeder. Bu evler ahşap ve eski binalardır. Layıkıyla ısınmazlar. Bu gibi mahzurları karşılamak üzere merkezi yerlere heves ederiz. Apartmanların gün görmeyen 2-3 odalı küçük bir dairesine sıkışırız. Burada da arzu ettiğimiz gibi rahat edemeyiz. Üzülürüz. Hayatımız işkence içinde geçer durur.”[30]

Kiraların pahalılığı ve bütçelerine uygun bir ev bulamamaları nedeniyle, birçok kişi, eski, virane han ve hotel odalarında, ucuz oldukları için barınmak zorunda kalıyordu. Ankara’da eski, yıkım dökük, kalabalık han ve hotel odalarında barınmaya çalışan insanların vaziyetini Tan gazetesi şöyle aktarıyordu:

“Eski Ankara'nın yamru yumru sokaklarındaki hanlardan tutun da, asfalt caddeler üzerindeki irili ufaklı otellerin odalarını, Ankara'da çalışan insanlar doldurmakta ve ömürlerini barınacak bir ev aramakta geçirmektedirler. Hele bu han ve otel odalarına sığınmış çocuk çoluk sahiplerinin halleri hakikaten görülmeğe değer.”[31]

Hatta bu dönemde birçok kişi, kışın evsiz kalmamak için küçük suçlar işleyip hapse girmeye bile çalışıyordu.[32] Bu dönemde belki de en zor durumda olan kesim ise işçi sınıfıydı. Çok kötü çalışma koşulları altında çalışmaktaydılar. 1947 yılında da, Meclis komisyonu tarafından hazırlanan raporda, İstanbul’daki birçok işyerinin, işçilere yemek bile vermediği aktarılıyordu [33]. Bu dönemde işçilik yapmış olan Zehra Kosova ise bu dönemde işçi arkadaşları ile beraber yaşama koşullarını şöyle yazar:

“Durumumuz yine yürekler acısıydı. Et yiyemiyor, mumbar alıyor, bunu yağ ve mısır unuyla karıştırarak kaçamak diye adlandırılan bir yemek yapıyorduk. Kimi zaman da pekmezle mısır ununu karıştırıp, mamaliga pişiriyorduk. Odamızda doğru dürüst bir ısınma düzenimiz yoktu, bir çinko leğenin içinde tahta yakarak ısınıyor, yanarken ışığından yararlanıyor, üzerine sacayağı koyup yemeğimizi pişiriyorduk. Önce çocukları doyurup yatırıyor, sonra da artan yemekleri biz yiyorduk.”[34]

Bu dönemde işçilerin karşılaştığı en büyük problemlerden birisi de konut sorunuydu. Bu dönemde işçilerin reel ücret endeksi, 1938’de 100 olarak alındığında, 1943 yılında neredeyse yarı değer kaybederek 59’a düşmüştü [35]. Buna karşılık savaş yılları içerisinde kiralarda iki üç katlık bir artış yaşandı [36]. Bu bağlamda anlaşılacağı gibi işçi sınıfının barınma maliyeti ciddi oranda arttı. Buna karşılık işçi sınıfının geliştirdiği çözüm ise gecekondu inşasıydı. Murat Metinsoy durumu şöyle anlatır; “Dolayısıyla, savaş yıllarında gittikçe daha fazla yoksullaşan işçilerin barınma maliyetleri arttı. İşçi sınıfının konut sorununa getirdiği en basit çözüm hazine arazisine, o dönemde mantar evler diye adlandırılan gecekondular inşa etmek oldu. Gecekondu Türkiye'de ilk kez bir toplumsal olgu olarak İkinci Dünya Savaşı yıllarında ortaya çıktı. 1948 yılında gecekondularla mücadele etmeyi amaçlayan ilk yasa çıkarılıncaya kadar büyük şehirlerde 25- 30 bin civarında gecekondunun inşa edildiği tahmin edilmekteydi.”[37](Vurgu bana ait.)

Bu dönemde, erkeklerin askere alınması nedeniyle ortaya çıkan iş gücü açığı çocuk işçi emeğiyle de giderilmeye çalışıldı. Hatta bu dönemde İş Kanunu’nun kadın ve çocuk emeğini koruyan hükümleri askıya bile alındı [38]. Şehmus Güzel, savaş yıllarında kötü çalışma koşullarından ve artan sömürüden en çok kadın ve çocuk işçilerin zarar gördüğünü yazar [39]. 1930’larda sanayi sektöründeki çocuk işçi kullanımı ciddi oranda düşürülmüştü; 1927’de sanayi sektöründe çocuk istihdam oranı yüzde 15’ken, 1934’de yüzde 3’e kadar gerilemişti. Savaşın başlamasıyla beraber sanayi sektöründe çocukların istihdam oranı yüzde 19’a kadar yükselmişti [40]. Bu dönemde sayısız işyeri İş Kanunu’nda ve Umumî Hıfzıssıhha Kanunu’nda yer alan asgari düzenlemeleri bile yerine getirmiyordu; birçoğunda azami çalışma sürelerine, hatta kanunlardaki en basit hijyen ve temizlik kurallarına bile itimat edilmiyor, işçilerin sağlığı ile ilgili kanunların öngördüğü asgari düzenlemeler dikkate alınmıyordu [41]. Bu dönemde hatta İş Kanunu’nun işçi sınıfını koruyan birçok hükmü ciddi şekilde gevşetilmişti [42]. Bu yüzden birçok şirket de bundan yararlanarak, kârlarını arttırmak için işçi sayısını azaltmış ve istihdam edilen az sayıdaki işçiye olabildiğince daha fazla iş yüklemişti. Birçok işçi günde on altı saat çalışıyordu [43].

Devlet fabrikalarında çalışan işçilerin durumu da en az özel sektördeki işçiler kadar kötüydü. TBMM Meclis Komisyonun üyelerinin İstanbul’da bazı özel ve devlet işletmelerindeki işçilerin ve çocuk işçilerin durumları hakkında yaptıkları tetkiklerle oluşturdukları rapordan bir kısım şöyleydi: “Bu işyerlerinde 8-10 yaşlarında çocuklar doludur. Ücretleri patronun insafına ve merhametine kalmıştır. Çırılçıplak, yalın ayak, kışın titreyerek, yazın yanan bu Türk çocuklarının hamisi, bugün yalnız Tanrı kalmıştır... Saatte 10 kuruşla başlayan ücrete günde 8 saat çalışacak yerde ne bilelim 14 saat çalışarak aynı ücreti alan ve nihayet 20-30 lira arasında eline para geçen bu vatandaşlar, köşe bucak ağlamakta ve dert dökecek yer bulamamaktadırlar... Hususi iş yerlerinde ise birkaçı müstesna katiyen kazaya karşı emniyet tedbiri yoktur. Hele sıhhi emniyet tedbiri var demek günahtır. İktisadi devlet teşekküllerinde bile temizleme, hazırlama ve havalandırma aspiratörü, hava değiştirme ve tozları çekme aletleri layıkıyla kullanılmamakta ve muattal olanlarına bile tesadüf edilmiş bulunmakta ve fabrikalar toz duman, elyaf tabakaları içinde yüzmektedir... Hususi iş yerlerine gelince: Yine burada hemen ilave edelim ki yüzde 95'inde hıfzıssıhha kaidelerine riayet hiç yoktur. Bu işyerleri birer batakhanedir.[47](Vurgular bana ait.) Aynı zamanda bu dönemde işyeri kazaları da ciddi oranda artmıştır;

Bu dönemde asker ve subayların iktisadi vaziyetleri de çok kötüydü. Savaş yıllarında üst rütbeli subaylar hariç diğer ordu mensupları da bir yoksulluk çektiler. Bu dönemde genç bir subay olan Alparslan Türkeş, şöyle yazar: “Bu devrede başta milli şef ve yardakçıları olmak üzere idareciler orduya ve onun kumanda kademesini teşkil eden subay ve generallere karşı çok küçümser ve önemsemez bir tutum içindeydiler. Artan hayat pahalılığı, geçim darlığı subayları perişan ediyor, bunaltıyordu. Her yerde subaylar ikinci derece insan muamelesi görüyordu. Ankara'da apartmanların bordum katları "Kurmay Subay katı" olarak isimlendirilmişti. Eğlence yerlerinde subayların adı "gazozcu" idi. Yani pahalı içki ısmarlayacak paraları olmadığı için, karaborsacılar, vurguncularla yarış etmek imkânları bulunmadığı için, bu feragatli memleket çocuklarına bu gibi isimler reva görülüyordu.”[48] Memurlar, bürokratlar ve sabit ücretli kesim de çok kötü durumdaydı. Örneğin savaş yıllarında memurların satın alma gücü endeksi şöyleydi:

Memurların içinde oldukları kötü vaziyet ve devletin bunun yanı sıra kendi memurlarına yeterince sosyal destek ulaştıramaması [49], memur kesiminin rüşvet ve yolsuzluk gibi yasadışı eylemlere yönelmelerine sebep olmuştur (Not: İlerleyen kısımlarda bu konu daha ayrıntılı bir şekilde ele alınacaktır.) Bu döneme tanık olmuş ve hatta bundan mağdur olan Yahudi bir vatandaş Eli Şaul anılarında şöyle yazar: “Memurlarımızın maaşları o kadar azdır ki, kendileri, aileleri ve çocukları ayakta kalabilmek için muhakkak midelerini ve dolayısıyla rüşveti düşünmeleri icap eder ki, bu sebepten dolayı onları mazur görmemiz icap eder.”[50] Bu dönemdeki kötü yaşam şartlarından dolayı ortalama yaşam süresi bile düşmüştü:

Hatta bu dönemde fakirlik ve sefalet Çankaya Köşkü’nü bile vurmuştu: “Durum Çankaya Köşkü’nde de daha parlak değildi. Yokluk oraya kadar tırmanmıştı. İnönü ailesi yakıt yokluğundan köşkte paltoyla oturuyordu. Tütüne, çaya ve kahveye zam geldiği o günlerde İsmet Paşa sigarayı bırakmak zorunda kaldı.”[51]

1.2 İkinci Dünya Savaşı Döneminde Devlet Politikaları

Dönemin hükûmet politikalarını ise iki farklı kısma ayırmak yerinde olacaktır: Refik Saydam’ın politikaları ve Şükrü Saraçoğlu’nun politikaları [52].

Refik Saydam Hükûmeti, savaşın yarattığı sorunları katı fiyat kontrolleri ve tarım ürünlerine düşük fiyat ödeyerek el koyma yoluyla çözmeyi denedi, Ocak 1940’da çıkarılan Milli Koruma Kanunu ise bu yöntemin en önemli vasıtası oldu: “Fakat savaş halinin gerekleri; doğal olarak, devleti Türk yaşamının hemen her veçhesine müdahale etmeye zorladı. Ocak 1940 tarihli Milli Koruma Kanunu, hükûmete fiyatları kontrol ve piyasaya mal temin etme, üretimi devam ettirmek için, özellikle madenlerde zorunlu çalıştırma gibi olağanüstü durum yetkileri verdi.”[53] Şevket Pamuk, Milli Korunma Kanunu’nun savaş yıllarındaki en önemli iktisadi yasa olduğunu ifade eder [54].

Milli Korunma Kanunu’nun 31. maddesine göre, hükûmet istediği takdirde her türlü malın fiyatını, kalitesini ve türünü belirleme hakkına sahipti. Ayrıca, bu maddeye göre hükûmet, malı satan ve piyasaya arz edenlerden hangi fiyata sattıklarına dair fatura talep edebilirdi. Milli Korunma Kanunu’nun 32. maddesi ise rastgele fiyat yükseltmeyi, mal stoklamayı ve spekülasyon yapmayı yasaklıyordu [55].

Refik Saydam Hükûmeti Mili Koruma Kanunu’nun 31. ve 32. maddelerinin verdiği yetkiyi kullanarak; kanun uyarınca bir Koordinasyon Heyeti kurdu. Ekonomi hakkında birçok kararı, Başbakan Saydam’ın başkanlığında toplanan ve birçok bakanın katıldığı bu heyet verecekti. 28 Ekim 1940’da İaşe Müsteşarlığına bağlı olarak Fiyat Murakabe Komisyonlarının kurulmasına karar verildi. Bu komisyonların ana amacı, Milli Koruma Kanunu uyarınca saptanan fiyatların ve kâr marjlarının piyasada uygulanmasını sağlamak ve piyasada arz edilen metaların fiyatlarını denetlemekti [56]. Fakat bu politikalar sonuç vermedi ve fiyatlar belirlenen düzeyde tutulamadığı gibi büyük bir karaborsa ortaya çıktı. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, görevi piyasayı denetlemek olan Fiyat Murakabe Teşkilatı’nın organizasyon yetersizliği, bünyesindeki personellerin yetersizlikleriydi. Bu dönemin üst düzey bürokratlarından Faik Ökte şöyle yazar:

“Fiyat Murakabe Teşkilatı, bir an için olsun, piyasayı murakabe altında bulunduramıyordu. Ekserisi lise mezunları arasından alınan derme çatma bir teşkilatla koca bir memleketin iktisadi nizamını, müesseselerin muhasebelerini kontrol altında tutmaya imkân olmadığını izaha hacet yoktur. Teşkilatın içinde basit bir yevmiye maddesini hiç yazamayacak, bir maliyet hesabını çıkaramayacak elemanlar ekseriyette idi. Bir murakıbın muhtelif imalattan anlar bir işletme mütehassısı, bir hesap uzmanı, bankacı, maliyeci, hukukçu gibi muhtelif vasıfları nefsinde cem etmesi lazım geldiği düşünülürse, teşkilatın neden muvaffak olmadığı anlaşılır.”[57]

Zekeriya Sertel ise Tan gazetesinde Fiyat Murakabe Teşkilatı’nın ve bürokrasinin diğer teşkilatlarının yetersizliğini şöyle yazıyordu:

“Murakabe Bürosu İstanbul'un zengin ticaret hayatıyla telifi kabil olmayacak derecede zayıf bir teşkilat ile çalışır. Onun için fiyatları tespit işinde bazen hataya düşebilir, kontrol vazifesini de hakkıyla ifaya muktedir olamaz. Filvaki Belediye'nin bir iktisat müdüriyeti vardır. O da şehirde halkın zaruri ihtiyaçları üzerine ihtikâr yapılmasına mani olmak vazifesini üzerine almıştır. Fakat bu müdüriyet de halkın ihtiyaçlarını doğrudan doğruya temin ve tedarik kudretine ve salahiyetine malik değildir."[58]

Hüseyin Avni ise Tan gazetesinde, Fiyat Murakabe Komisyonlarının piyasadaki gelişmeleri ve fiyat hareketlerini bile takip edemediğini Tan gazetesinde şöyle yazıyordu: “Komisyonun emrinde piyasa ile geniş bir surette irtibat temin eden bir teşkilat mevcut değildir. Bu teşkilattan mahrum olan komisyon münferit hadiselerle meşgul olmak suretiyle faaliyetini ancak mahdut bir sahaya inhisar ettirmiştir. Hatta bu mahdut sahada bile hatalar olduğunu itiraf etmek lazım. Mesela odun fiyatları nevilerine göre tespit edilmemiş, bu yüzden komisyon birçok itirazlara maruz kalmıştır. Neticede odun fiyatları birkaç defada tespit edilmiştir. Manifatura fiyatlarının tespiti pek uzun sürmüştür. Fiyat listeleri, tasdik edilmek üzere Ticaret Vekâleti'ne gönderilmiş, liste vekâlette bir aydan fazla beklemiştir. Murakabe Komisyonu piyasa hareketlerini kâfi derecede takip etmeğe imkân bulamamıştır. Milli Koruma Kanunu'nun birçok hükümleri teşkilatsızlık yüzünden tatbik edilememiş ve murakabe komisyonlarının faaliyetinden ümit edildiği derecede bir fayda hasıl olmamıştır.”[59] Aynı şekilde bu dönemde Falih Rıfkı Atay, vatandaşların fiyatların kontrolü ve denetimi sürecinde devlete yeterli desteği vermediğini, belirlenen fiyatın üstünden satan kişileri ihbar etmediğini belirtiyordu [60]. Fakat durum aslında öyle değildi; Şevket Süreyya Aydemir, savaş yıllarında fiyat kontrolü sürecinde vatandaşların neden katkıda bulunmaktan çekindiğini şöyle yazar: “Herhangi bir dükkânda gerçek bir yolsuzluğu bir vatandaşın şikâyet edebilmesi kanuni şekiller bakımından imkânsızdı. Çünkü böyle bir şikâyet yapan bir vatandaşın, evvela kimliğini ispat için karakol karakol dolaştırılması, sonra da günlerce mahkemelerde sürünmesi lazımdı.”[61]

Aynı şekilde sanayiciler ve toptancılar, fiyat deneti uygulamalarını ekarte etmek için çeşitli yollar geliştirmişlerdi. Örneğin, bu dönemde burjuvazi nezdinde fatura manipülasyonu yaygın bir yöntemdi. Fatura manipülasyonunda, satıcılar maliyetlerini kâğıt üstünde olduğundan yüksek gösteriyor, böylece belirledikleri yüksek fiyatları meşrulaştırıyorlardı. Bu dönemde Milli Korunma Mahkemesi’nde çalışan Reşat Tesal, bu durumu anılarında şöyle yazar:

“Büyük sanayici ve toptancılar, yüksek tutarlı uydurma faturaları temin edip kendi daha ucuz maliyetli mamullerinin yapı değerini bu yoldan yükseltmek suretiyle, büyük haksız kazançlar sağlamaya yönelmişlerdi. Bu çeşit ihtikâr ortaya yine suç teşkil eden bir diğer kazanç yolu çıkarmıştı. Bu da uydurma imalatçı fatura verme işiydi. Bu iş söyle yapılıyordu: Önce bir küçük işyeri temin ediliyor, buraya bir köhne kumaş dokuma tezgâhı konuluyordu. Ayrıca, sözde gerçekten kumaş dokunacakmış gibi, yetkili makamdan "imalatçı ruhsatı" alınıyordu. Ancak, herhangi bir imalata gidilmiyor, sâdece bastırılan sahte unvanlı faturalarla, mevhum imalattan satış gösteriliyor, bu belgelerin aslı, ihtikâr yapacak olan firmaya, bir bedel mukabilinde veriliyordu. O firma da toptan satışını, bu sahte faturadaki gerçek üstü fiyatla alınmış gibi gösterip, kanunun kabul ettiği toptan satış fiyatını ekleyerek, aradaki haksız farkı cebe indiriyordu. Bu şekilde imalatçı faturası vermek suretiyle geçim sağlayan kimseler türemişti. Böyle biri, bizim mahkemenin gedikli misafiri hâline gelmişti. Kendisinin adı Rüştü Yazıcı idi. Hakkında açılan davaların sayısı elliyi buluyordu.”[62]

Bu dönemde devlet, tedbirlerini, belirlediği fiyatları piyasaya uygulatamamış ve devlet uygulamaları bu dönemde etkisiz kalmıştı. Dönemin Başbakanı Refik Saydam bile bu politikaların devlet teşkilatının yetersizliği yüzünden başarısız olduğunu Meclis önünde şöyle itiraf ediyordu:

“Fiyat tespit ve murakabe isi tam muvaffak olamamıştır... Cihazın işlerken gösterdiği birtakım müşkülatlar oldu. Alışmakta fertler müşkülat çekti. Alışmamak isteyenler buna karsı müşkülat gösterdi. Devlet teşkilatı lazım olduğu kadar mücehhez olmadığı için müşkülata uğradı, Hakikaten halkın ihtiyacı için ve hatta ordunun ihtiyacını temine kâfi gelebilmek için bazen müşkülata uğradığımız zamanlar oldu. Bu stokları yapamadık.”[63]

Yine aynı şekilde Başbakan Refik Saydam, devletin mevcut ekonomik ve sosyal gelişmeler karşısındaki yetersizliğini şöyle dile getiriyordu:

“Devlet teşkilatı halkın ihtiyaçlarını tamamen karşılayacak şekilde teessüs ederse o vakit biraz rahat ederiz. Bugün devlet teşkilatı bu vaziyette değildir. Harbin başladığı günden beri görüyoruz ki devlet teşkilatı A'dan Z'ye kadar baştan başa bu memleketin ihtiyacıyla telif edebilecek şekilde tebdil etmek lazımdır.”[64]

Yukarıda ifade edildiği gibi, bu dönemde “Bu kanunla (Milli Koruma Kanunu) hükûmete ücretli iş yükümlülüğü, ücretlerin sınırlandırılması, gibi büyük yetkiler verildi ama geniş müdahalecilik içeren bu yaklaşım hükûmetin tahmin ettiği gibi işlemedi ve Refik Saydam’ın da itiraf ettiği gibi muvaffak olmadı, bunun yanında bu uygulamalarda şehirlerin iaşesinde büyük güçlüklerle karşı karşıya kalındığı gibi, hemen her alanda karaborsacılığın artmasına sebep oldu ve nüfuz ve rüşvet (İlerleyen kısımlarda daha detaylı biçimde bu konular ele alınacaktır.) ticaretinin önüne geçilemedi [65].

Aynı şekilde Türkiye Hükûmeti bu dönemde, 1920’lerin ve 1930’ların katı para politikalarını bir kenara bırakmış ve orduyu besleyebilmek ve devletin artan harcamalarını karşılayabilmek için geniş ve enflasyonist bir para politikası uygulamaya başlamıştı. Bu bağlamda, Türkiye’de para arzı 1938 ile 1944 arasında, 219 milyon liradan, 995 milyon liraya çıkarılmıştı [66]. Bu arz artışının rezervi olarak da İngiltere’den 1939’da altın-kredi şeklinde temin edilen 15 milyon sterlin değerindeki kredi kullanılmıştır. Aslında savaş dönemi enflasyonun nedeni ve hükûmetin fiyat kontrol uygulamalarının başarısızlığının nedeni de tam olarak bu idi; piyasadaki reel üretim artışına tekabül etmeyen bu para arzı artışı, kısa bir süre içerisinde devlet tarafından fiyat kontrolü ile saptanmış fiyatlar üzerinde büyük bir baskı yaratmıştı [67]. Hükûmet bir nevi arz talep mekanizmasını baskı altına almış ve artan muazzam para arzı sonucunda oluşan tüketici talebinin serbest piyasa koşullarında lojik bir sonucu olarak arz edilen metaların da fiyatları artması gerekirken [bkz: Arz Talep ilişkisi. Arz Talep İlişkisi hakkında: [68]] hükûmetin fiyat denetimleri de bunu engellemeye çalışmış ve bu bağlamda hükûmet, piyasa dinamizmini Milli Koruma Kanunu’nun zabıta önlemleriyle bastırmaya çalışmış, fakat bu da devlet teşkilatının yetersizliği dolayısıyla muvaffak olamamış, aynı zamanda geniş bir karaborsaya sebep olmuştur.

Refik Saydam’ın Temmuz 1942’sindeki ani vefatından sonra iş başına gelen Şükrü Saraçoğlu Hükûmeti ise başka bir yol izlemeye kararlıdır:

“1942’ye kadar uygulanan fiyat kontrolü, artık yürütülemez hale gelmiş ve Refik Saydam'ın ölümüyle iktidara gelen Saraçoğlu hükûmeti fiyatları serbest bırakmıştır. Nitekim, Başbakan Saracoğlu, bu politikayı Meclis'te savunurken memleket dâhilinde “Resmi fiyatlarla bazı malları bulmak imkânsız bir hale geldi ve memleket dâhilinde koskoca bir kara pazar yerleşti.” demiştir.” [Kaynak 67 ile aynı]

Yeni Başbakan Saraçoğlu katı müdahaleciliği gevşetme yoluna gider; hükûmetin tarımsal üreticiye ödediği fiyatlar yükseltir, Kent piyasalarındaki yoğun regülasyonlar, denetimler, fiyat kontrolleri kaldırır veya hafifletir, Bunun sonucunda ise kısa bir süre için darlıklar ve kıtlıklar bir ölçüde azalırken, enflasyonda muazzam bir artış gözlemlenir [69]. Fakat belli bir süre sonrası ortaya çıkan sonuç hiç de beklenildiği gibi olmadı. Darlıklar ve hayat pahalılığı daha da artmaya başladı.

Fiyatlar, Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun tabiriyle “Karaborsa fiyatlarını da geride bırakmıştı…” [70] Metin Toker’in de yazdığı gibi: “Hükûmetin istikrarlı bir ekonomi politikasının olmaması, kontrollerin gereği gibi yapılmaması, kararların bir gün alınıp ertesi gün bozulması bir olacak sıkıntıyı on yapıyordu.”[71]

Bunun üzerine, Şükrü Saraçoğlu Hükûmeti bu fiyat artışı sonucu ortaya çıkan olağanüstü kazançları hazineye geri aktarmak amacıyla yeni vergiler (örneğin; Varlık veya Toprak Mahsulleri Vergisi) koyma yoluna gider. Bu vergilerin temel amacı, karaborsada ve piyasada, astronomik fiyat artışı sonucu ortaya çıkan savaş zengini zümresinin servetini hazineye aktarmak ve bu para ile de sosyal yardım politikalarını finanse etmektir [72]. Şu da ifade edilmelidir ki savaş döneminde, hükûmet 1943 yılına kadar kapsamlı bir sosyal yardım programı planlaması yapmamıştır [73]. İlk sosyal yardım tedbiri ise savaş başladıktan ancak üç sene sonra çıkartılan, 13 Kasım 1942 tarihli, 4306 sayılı “Dar Gelirlere Yardım Kanunu”ydu.[Kaynak 73 ile aynı] Bu kanunun amacı; memurlara, emeklilere, dul ve yetim gibi kesimlere piyasa fiyatlarından daha ucuza giyecek, kömür, yiyecek dağıtılmasıydı. Aynı şekilde, Şükrü Saraçoğlu, Varlık Vergisi uygulamasını; bu uygulamanın kaynakları içinde göstermekteydi [74].

Yukarıda ifade edildiği gibi Varlık Vergisinin temel amacı savaşta rüşvet, astronomik fiyat artışı, spekülasyon veya karaborsa ile zengin olmuş kesimin önüne geçilmek istenmesi ve sosyal yardımların ve devlet bütçesinin finanse edilmek istenmesiydi. Varlık Vergisi birçok kişi tarafından farklı biçimde yorumlanmış, bazı çevreler tarafından sermayenin Türkleştirilme hedefiyle uygulanmış bir politika olduğu dile getirilmiştir [BKZ: 75]. Fakat bu vergiyi bu bağlamda yorumlamak kaçınılmaz olarak okuyucuyu bir paradoksa götürecektir, zira 1920’ler ve 1930’lar boyunca Kemalist rejimin aktif olarak yabancı sermayeyi teşvik ettiği, bu dönemde yüzlerce yabancı şirketin faaliyete geçtiği, hatta Osmanlı Dönemi’nde madenler, devlet tekelindeyken [76] 1930’larda çoğu madenin yabancı şirketlere devredildiği bilinen bir gerçektir [77][78][79][80].

Keza, savaştan sonra da CHP Hükûmetinin yabancı sermaye lehine ve küresel piyasalara entegre olmak için çıkardığı yasalar da ortadadır [81][82]. Bu bağlamda Kemalist rejimin ülkedeki tüm sermayeyi Türkleştirmek istediği, böyle bir gayeye sahip olduğu ve yabancı/gayrimüslim sermayeye düşmanca yaklaştığı savları, bunun akabinde, Varlık Vergisini de bu savlar için örnek göstermek; tarihi olgularla çelişecektir.

Nitekim Varlık Vergisi yasa metnine bakılınca da hiçbir etnik köken/ırk/spesifik milliyete işaret edilmemekte, sadece “servet ve kazanç sahipleri” mükelleftir denildiği görülür [Yasanın tam metni [83]]. “Vergi kanunu mülk sahiplerinden, büyük çiftlik sahiplerinden, iş adamlarından ve vergi mükellefi olan bazı maaşlı çalışanlarından vergi alınmasını öngörüyordu. Büyük çiftlik sahipleri sermayelerinin %5'inden daha fazla vergilendirilemiyordu; limited şirketlerden 1941 yılı net karlarının %50 ile %70'i arasında vergi talep ediliyordu. Diğer yükümlüler de vergi tahakkuku heyetlerinin "kendi takdirlerine göre" vergilendirilecekti. Bu son grup için hiçbir vergi oranı belirtilmemiş, hiçbir gelir veya sermaye beyanı istenmemişti.”[84] Bu yasayı bir faciaya dönüştüren husus; verginin tahsilinin tamamıyla yerel bürokrasiye bırakılmasaydı, yani verginin tahsilatı yerel bürokrasinin keyfiyetine emanet edilmişti [85]. İfade edilebilir ki, Varlık Vergisini asıl sorunlu yapan ve adeta bir şovenizme dönüştüren olgu, verginin çıkarılış amacından veya yasa mevzuatından ziyade; verginin tahsilat şekliydi [86]. Yasanın metni de görüleceği üzere muğlak bırakılmış ne tahsil edilecek vergi oranı ne de tahsil edileceği kesim ifade edilmişti. Bunların hepsi her ilde kurulacak vergi tahakkuku heyetlerinin “kendi takdirine göre” belirlenecekti. Yasanın muğlaklığını dönemin üst düzey bürokratı ve İstanbul Defterdarı Faik Ökte’nin şu anısından görebiliriz; kanunun ayrıntıları basında yayınlandıktan sonra İktisat Fakültesindeki eski profesörü onu arar ve açıklama ister, aralarında geçen diyalog ise şöyledir:

“—Faik Evladım, Varlık Vergisinin metni bugünkü gazetede çıktı.
—Evet, hocam.
—Tabii gazeteciler yanlış anlamışlar, bu metin eksik çünkü…
—Hayır, okuduğum bütün gazetelerde metin tamdı.
—Nasıl tamdı? İtirazla veya temyizle ilgili hiçbir hüküm yok! Vergi oranına dair hiçbir şey yok…
—Bu böyle bir vergi hocam.
—Evladım hepiniz delirdiniz mi!”[87]

Dönemin önde gelen iş adamlarından Vehbi Koç ise hatıratında bu vergiyi ve tahsilat şeklini şöyle anlatır:

“Merhum Şükrü Saraçoğlu Bey Başbakan, Fuat Ağarlı Bey Maliye Bakanı idi. Varlık Vergisi adı altında bir vergi kanunu çıkardılar. Bu verginin matrahı takdire bağlıydı. Her ilde komisyonlar kuruldu. Bu komisyonların koydukları vergilerin itirazı, temyizi yoktu ve Türk tarihinde eşi benzeri olmayan bir vergiydi. İlk hamlede bana da 350.000 lira vergi takdir edilmişti. O vakit Ankara ve İstanbul’da mağazalarım, Karalyan'la ortaklaşa Orhangazi'de 8.000 liraya alınmış bir köy zeytinyağı değirmeni ile Gemlik'te 40.000 liraya alınmış bir fabrikamız, bir de Anamur’da Mehmet Karamancı ve Canik Verter'le ortak bir kurşun madenimiz vardı. Bulundukları bölgelerde en büyük vergiyi alabilmek için, mülkiye amirleri yarışa girmişler. Gemlik’te iki fabrikanın maliyeti 48.000 lira iken 40.000 liralık varlık vergisi, 100.000 liralık Anamur kurşun madenine de 200.000 lira varlık vergisi geldi. Şuradan buradan yazılan vergilerle bana düşen vergi milyona yaklaştı. Uzun uğraşlardan sonra, mükerrer vergiler yazıldığını ispat ederek bana takdir edilen Varlık Vergisini 600.000 liraya indirdik, hepsini ödedik.”[88]

İfade edildiği gibi, Varlık Vergisinin yerel bürokrasiye bırakılması, bu uygulamanın çok farklı yerlere çekilmesine sebep oldu. Burada okuyucu şu soruyu sorabilir: “Peki, neden bu vergiyi tahsil eden yerel bürokrasi veya lokal memurlar, verginin hedef aldığı kesim olan; karaborsa ve yükselen fiyatlardan aşırı kazanç elde eden kesimi doğrudan gayrimüslimler ve Yahudiler olarak yorumladı ve akabinde tüm karaborsacılık gibi yasadışı faaliyetlerin sonuçlarını onlara ödetti?” Aslında bu bir açıdan 1940’lar Avrupası’nın azınlık düşmanlıklarının toplumsal yaşama bir yansımasıydı. (Aslında bu Türkiye’ye özel bir olgu da değildi, zira bu dönemde Amerikan Ordusunda bile siyahlar ve beyazları ayırmak için “segregation” uygulaması sürdürülmekteydi.) Bu dönemde, halk sefillik içinde yaşarken bir kesimin karaborsadan büyük paralar kazanması, toplumsal kesimlerin tepkisini çekti. Bu tepki basına da yansıdı:

Aynı şekilde basında çoğu kez, karaborsacılar ve spekülatörler, antisemitik bir refleksle Yahudi olarak resmedilmekteydi:

Yukarıdaki örnekteki gibi birçok gazete/karikatür, spekülasyon ve savaş zengini zümresini gayrimüslimler ve Yahudilerle bağdaştırmış ve bu da kaçınılmaz olarak bu zümreler üstünde toplumsal bir yargı yaratmıştı. Aynı şekilde bu Almanya’nın, faşizmin galibiyetini sağlamak için Uluslararası Nazi Propagandası da bu dönemde yoğundu. Taner Timur, bu durumu şöyle yazar: “Alman faşizmi galibiyetini kolaylaştırmak için, Sovyetler Birliği'nin periferik halklarını ırkçı-milliyetçi fikirlerle harekete geçirerek Ruslara karşı kullanma politikasını gütmüştür. Bu amaçla, 28 Haziran 1941'de (Alman) Dışişleri Bakanlığı’nda bir “Rusya Komitesi" kurulmuş ve Türkler, Ermeniler ve Gürcüler arasında propaganda faaliyetleri planlanmıştır. Alman "şarkiyatçı"ları da bu amaçla seferber edilmişti. Naziler Türkiye'de de bu konuda yoğun bir propagandaya girişmişler ve gençlik örgütleriyle askeri-sivil aydınlar arasında çok taraftar bulmuşlardır.”[89] Keza, Alman Tarihçi Gotthard Jaschke, Genç Türklerin Turancılığı kitabında, dönemin Generallerinden Nuri Kiligil’in ve Hüsnü Erkilet’in, Almanların “Rusya Komitesi” ile yakın bağlantılara sahip olduklarını yazar. Aynı şekilde, dönemin ünlü gazetecilerinden, Cumhuriyet gazetesi Başyazarı Yunus Nadi’nin Nazi Almanyası ile yakınlığı ortadadır (Nazi Almanyası’na düzenlediği gezilerde edindiği gözlemleri hayranlıkla gazetesinde yazmıştır, kendisi Türkiye’nin Naziler yanında savaşa girmesi yönünde bir gayri resmi kampanya bile yürütmüştür [bkz: 27 Haziran 1941, Cumhuriyet gazetesi] hatta bu dönemde bazı çevrelerce “Yunus Nazi” olarak bile anılmıştır.)[90][91][92].

Bu bağlamda ifade edilebilir ki, bu verginin tahsilatının felakete dönüşmesinin önemli bir sebebi de 1940-1943 arasında Almanya’nın uluslararası çapta yaydığı faşist eğilimler ve bunun Türkiye’yi de etkilemesi olarak da değerlendirilebilir ki bu eğilimler ifade edildiği gibi Türk basınına da yansımış ve toplum üzerinde gayrimüslimlere karşı düşmanca bir tavır yaratmıştır. Varlık Vergisinin uygulanma biçiminde vuku bulan büyük şoven eğilimler sonucunda da yabancı sermaye Türkiye’ye sırt çevirmeye başlamıştır [93]. Şu da ifade edilmeli ki Varlık Vergisi her ne kadar çoğunlukla gayrimüslim burjuvaziyi pratikte hedef almış olsa da Türk-Müslüman Burjuvaziyi de çok tedirgin etmişti, bu vergi, “Türk-Müslüman iş çevrelerinde de “böyle uygulamalar yarın bize de yönelmez mi?” şeklinde bir kuşku yaratmıştır.”[94] ve bu kuşku da burjuvazinin CHP’den uzaklaşmasına sebep olmuştur. Dönemin üst düzey bürokratı Faik Ökte ise bu konuda şöyle yazar: “Maliye alanında bu vergiyle (yani Varlık Vergisi) kaybettiğimiz en değerli şey vatandaşım devlete olan güveniydi.”[95] Bunun yanı sıra Bernard Lewis, Varlık Vergisi hakkında şöyle yorum yapar:

“Varlık Vergisi üzücü bir meseleydi. Yabancı gözlemciler tarafından tanımlanıp tartışıldı ve muhtemelen uzun vadede Türk Devleti'nin onur ve haysiyetine verdiği zarar vergi kurbanlarına verdiği zarardan daha büyük oldu. Ancak etkileri abartılmamalıdır. Hitler Almanyası tarafından hakimiyet sürdüğü bir Avrupa'da Cumhuriyet Türkiyesi’nin tek bir infaz girişimi yumuşak ve vasat bir hadiseydi.”[96]

Şimdi de bu dönemde kırsal kesim ve köylü üzerinde büyük bir etki bırakan Toprak Mahsulleri Vergisi ve Zorunlu Hububat alımı ele alınacaktır. Bu dönemde, savaş koşullarının yükü, Hayvan Vergisi, Yol Vergisi, zorunlu mahsul alımı, askeri seferberlik (bu dönemde, seferberlik etkisiyle asker sayısı 1 milyona kadar çıkartılmıştı ve bunun 750.000’ini köylülerdi [97].), gibi uygulamalarla küçük köylüye yıkıldı. Savaş döneminde, şehirlerde ortaya çıkan yakacak sorunu dolayısıyla, devlet ormanları sıkı bir koruma altına almıştı, bu da köylülerin o güne kadar yararlandıkları, orman ürünlerine erişememeleri anlamına geliyordu. Yıldız Sertel, hatıratında bu durumu şöyle yazar: “Ormanda odun kesmek yasaktı. Orman memurlarıyla başları binbir belaya giriyordu. Ne var ki odunsuz da olamazlardı. Bazen, orman memuru korkusuyla odun yüklü bir eşeği, olduğu gibi bırakıp kaçanlar oluyordu.”[98] Aynı şekilde bu dönemde hiçbir şekilde köylüye sosyal yardım yapılmıyor ve bu da memnuniyetsizliğe sebep oluyordu: “Köylülerin şikâyetleri sadece iaşe sorunları ve birtakım zaruri ihtiyaçlarının karşılanmaması ile ilgili değildi. Ayrıca, kendilerinin kentlilerle bir tutulmadıklarından, üvey evlat muamelesi gördüklerinden ve kendilerine karşı adaletsizlik yapıldığından yakınıyorlardı. Çünkü devlet, darlıkları ve yoksulluğu hafifletmek için kentlerde gösterdiği çabayı köylerde göstermiyordu. 1943 ve 1944 yıllarındaki sosyal yardım kampanyaları yoksul köylüleri kapsamıyordu. Devlet, sosyal yardım faaliyetlerini köylüleri kapsayacak biçimde genişletmek şöyle dursun, köylünün zenginleştiği söylemiyle onun mahsulüne piyasa fiyatlarının altında el koymaya çalışıyor, nihayet köylüye gelir ve mülkiyet farkı gözetmeyen TMV'yi yüklüyordu. Dolayısıyla, devletin kentlerde çeşitli sosyal ve ekonomik tedbirler alması, buna karşın köyü sadece vergi ve asker toplarken hatırlaması memnuniyetsizliğe yol açıyordu. Nüfusun yüzde sekseninden fazlasını teşkil eden köylülerin standartlarını düzeltmek için devlet neredeyse hiçbir girişimde bulunmadı. Kentlerde dahi yoksulların ancak bir kısmının sosyal yardım faaliyetlerinden yararlandığı, sağlık, eğitim, sosyal hizmetler gibi faaliyetlerin sürekli aksadığı göz önünde tutulursa, köylerde durumun daha kötü olduğu düşünülebilir. Pek çok köyde neredeyse hiç sağlık memuru, hemşire veya ebe yoktu."[99]

Anlaşılacağı üzere, devletin köylüyü kötü etkileyen birçok uygulaması olmuştur, fakat bizce iki uygulama vardır ki; bu iki uygulama, uygulanışı ile tam anlamıyla, Kemalist Rejimin, köylü gözündeki meşruiyetini kökünden sarsmış ve şüphesiz ki köylüye en büyük eziyeti vermiştir. İşte bu uygulamalar; Toprak Mahsulleri Vergisi (TMV) ve Zorunlu Hububat Alımı uygulamalarıydı. 1939-1940 yılları arasında çiftçiler mahsullerini istedikleri gibi satmakta özgürlerdi, hatta bu dönemde Türkiye buğday ihracatı yapacak kadar iyi durumdaydı [100]. Şevket Pamuk, bu dönemde hububat ve tarım konusunda bir iyimserliğin olduğunu ve hükûmetin Almanya’ya buğday ihraç etmeye devam ettiğini yazar [101].

Fakat 1941 yılına gelindiğinde hükûmet hububat stokları tükenmeye başlamıştı ve kentlerde de ciddi bir beslenme sorunu baş göstermeye başlamıştı [102]. Bunun üzerine Şubat 1941’de, Türk Hükûmeti tarım politikalarını değiştirmeye başladı ve hububat piyasasına fiyat kontrol uygulamaya başladı; temel tarım ürünlerinin, piyasa fiyatlarının altında belirlenen sabit bir fiyat üzerinden Toprak Mahsulleri Ofisi’ne (TMO) satılmasını şart koştu [103]. Fakat bu uygulama, TMO ve devlet teşkilatının yetersizliği, köylülerin direnişi gibi sebepler yüzünden başarılı olamadı. Üstelik şehirlerde ekmek darlığı ortaya çıkmış ve kıtlık daha da artmıştı. Çünkü devletin tarım ürünlerine düşük fiyattan el koymak istemesi, çiftçiyi, pazara meta arz ermekten caydırmıştı; 1943 yılında ekili alanlar, 1939-1940 düzeyine kıyasla yüzde 15 azalmıştı [104]. Aslında bu olgu doğrudan Arz Yasası (Law of Supply) ile bağlantılıdır. Arz yasasına göre, bir malın fiyatı ne kadar yükselirse, o malı satmak isteyenler artar; ne kadar düşerse, o malı arz etmek isteyenler azalır [105]. Bir Ceteris Paribus (diğer tüm durumlar sabitken), normal bir arz eğrisi şöyle olur:

Yukarıdaki grafiğin kaynağı: [106]

Klasik İktisat Teorisine göre; müdahalelerden soyutlanmış bir piyasada, arz eğrisi, talep (zira fiyat arttıkça, talep azalır.) ve rekabet faktörleri (arz edilen metanın artan fiyatı göz önünde bulundurulduğunda, piyasadaki diğer sermayedarlar da bu ürünü arz etmek isteyecektir, bu olduğunda da arz edilen meta nicel olarak artacak, bu da doğal olarak fiyatı düşürecektir.) hesaba katıldığında kendini dengeleyecektir (bkz: görünmez el). Fakat, Türk Hükûmeti, tarım ürünleri piyasasını baskı altına alarak ve suni fiyatlar belirleyerek, klasik iktisatta arz talep dengesi denilen olguyu bozdu ve bu da hububat piyasalarında bir kıtlığa sebep oldu. Dolayısıyla savaş bittiğinde de toplam buğday üretimi hacmi, savaş öncesine kıyasla yüzde 51 gerilemişti [107]. Yukarıda ifade edildiği gibi TMO teşkilatı da böyle bir politikayı yürütmek için oldukça yetersizdi. Örneğin, dönemin Eskişehir Milletvekilleri, seçim yerlerinde bulundukları tetkikler sonucu hazırladıkları resmi raporda durumu şöyle aktarırlar:

“Ofis teşkilatının bozukluğu ve idaresizliği umumi şikayetleri toplayan bir mevzudur. Toprak mahsulleri vergisinin cibayeti esnasında harmanlar mühürlü olarak çok bekletilmiş, memurların vaktinde gelip malları ölçmemesi yüzünden halk bizar olmuştur.”[108]

Refik Saydam’ın vefatından sonra, Yeni Başbakan Şükrü Saraçoğlu, dönemin fiyat kontrollerine dayanan sıkı ekonomi politikasını biraz daha gevşetmeye karar verdi ve fiyatlar serbest bırakıldı. Zorunlu satın alma yerine her üreticiden ürettiği hububatın bir kısmının belli bir ücret üstünden satın alınmasına karar verildi. (Bir çeşit vergilendirilme gibi düşünülebilir.) Her üreticiden 50 tona kadarki hububat üretiminin yüzde 25’ini, 50 ile 100 ton arasındaki üretimin yüzde 35’ini, 100 tonun üzerindeki üretimin ise 50’sini devletçe saptanan fiyatlar üzerinden teslim edilmesi isteniyordu ve bu hububatlara devlet tarafından ödenen ücretler de arttırılmıştı. Fakat bu politikalar da sonuç vermemiş, bu sefer fiyatlar hızla yükselmişti, aynı şekilde devletin, çiftçiye verdiği fiyatla piyasa fiyatları arasındaki fark adeta uçurum halini aldı. Mesela, buğday fiyatlarının 100 kuruşa kadar yükseldiği 1943 yılında, hükûmet kilo başına 20 kuruş vermeyi sürdürüyordu [109]. Bu da köylünün, mal kaçırma, yanlış beyan etme gibi yöntemlere başvurarak, bu uygulamayı ekarte etmeye çalışmasına sebep oldu. Bu uygulama, yazılı beyan etme sistemi ileri yürütülmekteydi, yani bu uygulama infaz edilirken, çiftçi kendi tüm hasılatını yetkili makamlara beyan ediyor ve buna göre TMÖ tarafından satın alınacak bu köylünün hububat miktarı saptanıyordu. Fakat bu uygulamanın köylü tarafından suistimal edildiği düşüncesi yüzünden daha sonra hükûmet tahmin sistemini getirdi. Tahmin sistemi şöyle işliyordu: “Tahmin sistemine göre, hükûmetin el koyacağı mahsul, subaşı denilen hükûmet memurları tarafından mahsul henüz tarlada iken tahmin yoluyla tespit ediliyordu.”[110] Fakat bu uygulama da, köylülerin uygulamaya direnişi ve subaşıların kanun dışı davranışları sebebiyle yine arzu edildiği gibi işlemedi [111].

Bunun üzerine ise 1943’de tarımsal ürünler üzerinde Toprak Mahsulleri Vergisi(TMV) adında, Aşar Vergisini andıran bir vergi yasalaştırıldı. TMV yüzde 10’luk ayni bir vergiydi [112]. Bu Aynî bir vergiydi. Vergi oranı mahsulün türüne göre yüzde 8 ile 12 arasında değişiyordu [113]. TMV sadece devletin artan savunma harcamaları için değil, sosyal yardım kampanyalarına kaynak bulmak için de çıkarılmıştı. TMV Kanun Layihasının müzakereleri sırasında söz alan Başbakan Şükrü Saraçoğlu, TMV ile elde edilecek gelirin kentlerin iaşesi ve sosyal yardım amaçlı kullanılacağını ifade ediyordu [114]. Bu şu anlama gelmekteydi: Devlet şehirlerde yaptığı sosyal harcamaların yükünü köylü kesiminin omzuna yüklüyordu. Aynı şekilde şu da unutulmamalıdır ki, yukarıda ifade edildiği gibi, 2. Dünya Savaşı döneminde, nüfusun yüzde 80’ini oluşturan köylü kesimi için, kentlerdeki gibi kapsamlı bir sosyal yardım programı organize edilmeye çalışıl(a)mamıştı. Bu da köylüler nezdinde kentlilere ve bürokrasiye karşı bazı yargıların ortaya çıkmasına sebep oldu.

Örneğin, Mediha Berkes, bu dönemde köylerde yaptığı gözlemler sonucunda şöyle yazıyordu:

“Köylüler arasında şehirliler ve devlet memurları hakkında birçok rivayetler türemişti. Köylülere göre, şehirde hiç yiyecek sıkıntısı ve darlık yoktu. Hele memurların elinde bir çeşit kâğıtlar vardı ki, yani karneler, nereye götürseler büsbütün bedavaya veya çok ucuza yiyecek ve eşya alabilirlerdi. Onlara göre memurların karnı tok sırtı pekti.”[115] Aslında köylülerin tepkileri normaldi, Şevket Süreyya Aydemir bu dönemde devletin, köylülere üvey evlat muamelesi yaptığını, köylü kesimini ihmal ettiğini yazar [116]. TMV ile başka önemli bir nokta da; yasada, mahsullerini devlete teslim etmeyenlerin ve vergisini eksik ödeyenlerin 3 ay hapis cezasına veya 250 TL ağır para cezasına çarptırılacağı ifade edilmişti [117]

Tıpkı Varlık Vergisindeki gibi, TMV’ye veya Zorunlu Hububat Alımını sorunlu kılan olay da tatbik ediliş biçimiydi. Bu uygulamaların infazından sorumlu kurum olan TMÖ (Toprak Mahsulleri Ofisi)’nün her şeyden önce ciddi organizasyon eksiklikleri vardı. Örneğim bu dönemde Maliye Bakanlığında Bürokrat olan Cahit Kayra anılarında, daha işin başında, bu uygulamaları yürütmek için yeterli teçhizatın olmadığını yazar: “Üreticinin teslim etmek için getirdiği buğdayın, arpanın konulacağı depolar yoktu. Tren istasyonlarının yöresinde toprağın üstüne dökülen hububat yığınlarını saman, toprak ve çamurla örtüyorduk. Yeni kurulmuş olan Toprak Mahsulleri Ofisi bu işleri organize etmek için hazırlıklı değildi. Camilere doldurulan hububat çürüyor, toprakların üstüne dökülen buğdaylar çiğneniyordu.”[118] Mesela aynı şekilde, bu dönemde Yeni Adana gazetesinin yazdığına göre Adana’daki TMÖ teşkilatları, yeterli depo olmamasından dolayı vergileri kabul edemiyordu [119]. 15 Kasım 1944 tarihli Yeni Adana gazetesi ise, TMV olarak toplanan yüzünden hububatın kapasite sorunu sebebiyle, şehrin ortasında, açıkta uzun süre bekletildiğini ve çürümeye yüz tuttuğunu yazıyordu:

“Kazamızda devlet hissesi olarak alınan hububat şehrin orta meydanlarında açık bir yerde yığın hâlinde hâlâ beklemektedir. Mevsim icabı son günlerde yağan yağmurlar bu binlerce tonluk hububatı çürütmeye başlamıştır. Hububat yığınları kenar ve üstleri çimlenerek yemyeşil bir hâle gelmiştir. Zahire taaffününden civarda bulunan Kadirli kulübünde ve yakın mahallelerde durulamamaktadır.”[120]

Anadolu’nun önemli tahıl merkezlerinden birisi olan Eskişehir’de yayınlanan bir yerel gazete olan Kocatepe gazetesi, bölgede toplanan tüm buğdayların yüzde 25’inin açık yerlere yığıldığını aktarıyor ve bu buğday yığınlarının uzun süre boyunca açıkta bekletildiği için çürümeye başladığını aktarıyordu [121].

TMO’nun kapasite depolama sorunları sebebiyle, camiler de toplanan ürünler için depo olarak da kullanılmışlardır [122]. Yıllardır, İslamcı kesim, İnönü Dönemi‘nde camilerin ahıra/siloya dönüştürüldüğünü iddia etmektedir, aslında bu kısmen doğrudur. Örneğin CHP Parti müfettişlerinin Sivas bölgesinde yaptıkları gözlemler sonucu hazırladıkları resmi raporlarında, bölgede depo bulunamamasından dolayı camilerin silo olarak kullanıldığını aktarır [123]. Tabi şüphesiz ki, bu, rejimin dine karşı düşmanlığından kaynaklanan bir olgu değildi, bu daha çok caminin çoğu köyde tek kamusal kurum olması ve muhtemel bir saldırı durumunda camilerin hedef alınmayacağının düşünülmesinden kaynaklanmaktaydı. (Aynı şekilde İnönü’nün dindar bir Müslüman olduğu da göz önünde bulundurulmalıdır [124].)

Fakat bu da beraberinde yeni sorunlar da getirdi; ilk olarak, camilere konulan hububat daha çabuk çürüyordu, ikinci olarak da camilerin silo olarak kullanılması halkın tepkisini çekiyordu. Bu uygulamaya tepki olarak, bu dönemde CHP Genel Sekreterliğine birçok protesto telgrafı yazılmıştır. (Örneğin: Fethiye Bayramiç, CHP Kaza İdaresinden CHP Genel Sekreterliğinde Telgraf, 20.08.1945) Keza, Camilerin hububat deposu olarak kullanılması, çok partili hayata geçildikten sonra Demokrat Parti tarafından da propaganda malzemesi olarak etkin bir biçimde kullanıldı [125]. TMO’nun depolama sorunu kimi zaman basın tarafından da karikatürlerle hicvedilmişti. Örneğin:

TMO’nun karşı karşıya olduğu bir diğer sorun ise nakliyattı. Savaş sebebiyle tren vagonları çoğunlukla TSK’nin hizmetine tayin edilmişti [126]. Bu sebeple Toprak Mahsulleri Ofisleri, hedefledikleri miktarı toplasalar dahi bu toplanan hububatı kent merkezlerine ya da depolara sevk edemiyordu. Bu yüzden zamanında nakledilemeyen hububatlar açıkta tutuluyor ve çürümeye bırakılıyordu. Örneğin, dönemin Afyon milletvekilleri, 1942 yılında hazırladıkları resmi raporda, seçim bölgelerinde vergi kapsamında toplanan tahıl ürünlerinin ulaşım aracı bulunmaması yüzünden meydanlarda açık havada bekletilerek ziyan olduğunu aktarırlar [127]. Dönemin Eskişehir milletvekilleri de seçim bölgesi raporlarında zorunlu hububat alımı uygulamasına değinirken, nakliyat probleminin altını çizerler. Rapordan bir kısım şöyledir:

“Zahireler istasyonlarda, ambarlar önünde açıkta, muhafazasız kalmaktadır. Zamanında nakli temin edilememektedir. Kaymaz nahiyesindeki Biçer istasyonunda yüzlerce ton mahsulün filizlenmek, çimlenmek üzere olduğunu, etrafa saçılıp dağıldığını, yığınların üstünde oldukça geniş bir tabakanın küflenip koktuğunu bizzat gördük.”[128]

TMO’nun etkinliğini azaltan bir diğer konu da görevli memurların hem nicel hem de nitel açıdan yetersizlikleriydi. Mesela TMV’nin uygulanışına ilişkin tetkiklerde bulunan Ali Rauf Arslan, Tan gazetesinde şöyle yazıyordu: “Acele ve rastgele devşirilmiş bir kısım muvakkat memurlar kifayetsizdi.”[129] Aynı şekilde, dönemin gazetecisi Ahmet Emin Yalman’ın vergi toplama işlerinin yürütüldüğü bir köyde röportaj yaptığı ofise bağlı Ölçü İşleri Amiri, ellerindeki memur kadrosunun nicel olarak yetersiz olduğundan ve bu yüzden tüm işlere yetişemediklerinden yakınıyordu [130].

TMV veya zorunlu hububat alımı gibi uygulamaları baltalayan bir diğer önemli olgu da rüşvet ve yolsuzluklardı. Aslında bu yolsuzlukların nedenleri, TMO’da çalışan memurların maaşlarına bakılarak anlaşılabilir. TMV’nin toplanmasında istihdam edilen memurların maaşı 80-100 TL arasındaydı [131]. Fakat 1944 itibarıyla, beş kişilik bir ailenin ortalama aylık masrafı yaklaşık 300 TL civarındaydı [132]. Aynı şekilde, vergilerin belirlenmesi sürecinde kullanılan metotlar da bu yolsuzluklara zemin hazırlamaktaydı. Örneğin, ölçme veya tahmin usulü gibi vergi tahsilatındaki metotlar, yolsuzluklar için elverişli ve hilelere açıktı. Bu sebep ve faktörlerden dolayı, bu uygulamaların infazında birçok yolsuzluk baş gösterdi. Örneğin, Yeni Adana gazetesi, Adana bölgesinde, TMV’nin tahsilatında birçok rüşvet olayının olduğunu yazıyordu [133]. Bu dönemde, bunun gibi tonla yolsuzluk meydana geldi [134]. Yolsuzlukları arttıran bir diğer etmen de vergiyi tahsil eden vergi memurlarının denetlenmemesiydi. Dönemin gazetecisi, Hikmet Bil’e göre vergi tahsilatını denetlemekle görevlendirilmiş müfettişleri, bu dönemde “Ofis kadrosunu teftiş etmek şöyle dursun, müfettişler sadece hadise tespitiyle meşgul olmuşlardı.”[135] Murat Metinsoy ise durumu şöyle izah eder: “Gerçekten, tüm olan bitenlerde devlet idaresinin oto-kontrol açısından gösterdiği yetersizliğin büyük bir payı vardı. Mahsul alımlarında görevlendirilen memurların acil ve sistemsiz bir biçimde seçilmesine karşın, bunların teftişi yapılmıyordu.”[136]

Aynı şekilde köylüler de bu uygulamaları yasadışı metotlara başvurarak ekarte etmeye de çalışıyordu. Afyon Mebusları, TMV’nin tahsilatını ele aldıkları resmi raporlarında, teşkilatın kötü işleyen yapısını ve bu yüzden meydana gelen yolsuzlukları şöyle aktarmaktaydı:

“Bu sene Afyon vilayetinde mahsul bol olmuş, fakat halk teşkilatsızlık ve alakasızlık yüzünden yine birtakım ıstıraplarla karşılaşmıştır. Bir kere devlet hissesinin tahsili meselesinde, her yerden hepimizin kulaklarına geldiği gibi, birçok gençlerimiz, hatta mektep çocuklarımız pek büyük manevi zararlara uğramış, devlet işinde hile kullanmaya, hükûmet, memleket zararına gayri meşru para kazanmaya alışmış. O zamana kadar belki de bir harman yeri ve yahut bir buğday yığını görmemiş, görse de bunlarla alakadar olmamış olan bu çoluk çocuk bazen hakikaten aldanmış, bazen belki de ihtiyaç içinde bulunması dolayısıyla, paranın cazibesine dayanamamış, bile bile yalan söylemiş, mahsulü az yazmış, devlete zarar vermiş, kendi ahlakını berbat etmiş. Tabiat ile bu hâl idare adamlarının durumunu güçleştirmiş.”[137]

Uygulamaların infazında, rüşvet ve yolsuzluğun yanı sıra köylüye kötü muamele de yaygındı. Örneğin Afyon CHP Merkez Kaza Kongresinin, vilayet kongresine sunduğu raporda, vergi tahsilatı sırasında muhtarların/bürokratların yolsuzlukları ve köylüye kötü muameleleri şöyle aktarılır:

“Bu sene toprak mahsullerinden yüzde 10 nispetinde vergi alınması kanun iktizasından bulunması dolayısıyla mahsullerin henüz tarlada bulunduğu sırada tahmin edilmiş ise de, tahminlerde çok hatalar yapılması neticesi kanunen kast edilen yüzde 10 yerine tahmin memurlarının ehliyetsizlikleri muhtaç kimselerden tayin edilmiş bulunmaları dolayısıyla vazifelerine nihayet verilir korku ve düşüncesiyle ekseriyetle yüzde 20 ve hatta daha fazla miktarlara varmış ve bunlardan ise müstahsiller büyük zarar ve mağduriyetlere uğramışlardır. Bundan başka yapılan tahminlerin tevzi mahalle ve köy muhtarlarına terk edilmiş, birçok muhtarlar da bu tevziatta hatalı ve hatta taraftarlarına himayeli sevmediklerine zararlı tevziatta bulunmuşlar müstahsiller bu suretle ayrıca mutazarrır olmuşlardır. Şu da arz olunur ki, bu yüzden tohumu bile devlet hissesi olarak vermişlerdir. Bundan yalnız şahıslar değil, ekimin noksanlığı neticesinde hükûmet de zarara uğramıştır.”[138]

Seçim bölgeleri Eskişehir’de tetkiklerde bulunan dönemin milletvekillerinin yazdıkları raporda, TMV’nin tahsil sürecinde görülen, bürokratların kanun dışı ve keyfi davranışları aktarılıyor ve bunların köylüyü nasıl sıkıntıya sürüklediği, köylüyü nasıl devletten soğuttuğu ve kanunların meşruiyetine zarar verdiği izah ediliyordu:

“Bu idaresizliğin kısaca temas edilen ahlaki ve içtimai tehlikeleri yanında memlekette kanun fikrine ve adalet düşüncesine saygıyı baltalayan ve netice itibariyle içtimai nizamı temellerinden sarsma istidadını taşıyan bazı tecellileri de olmuş ve elan devam etmekte bulunmuştur. Nitekim bazı mıntıkalarda hükûmet hisselerinin muhtemel veya matlup hadde varmadığını gören idare amirleri, merkezden aldıkları talimata dayanarak veya tamamen keyfi bir surette salma nevinden ve sakim tevzi sistemine başvurmuşlar, köylülere müştereken muayyen miktarda hububatı üste vermelerini aksi takdirde evleri, ambarları aranarak bulduklarını müsadere edeceklerini söylemişlerdir. Bir kısmı ise haklı veya haksız bu türlü dileklere ayak diremiş, ve bu yüzden şiddetli icraata hedef olmuştur. Bu meyanda, mesela intihap dairemizin Seyitgazi kazasının Yeşil Yurt Köyü'nde evler kanuni kayıtlar hilafına jandarmalar tarafından basılmış, köylüler on beş gün sokaklarda sürünmüşlerdir. Yine aynı kazanın Göçenbuluk köyünde evler aranmış, ölçek farkı denecek kadar cüzi kaçak mal bulununca 4156 numaralı kanunun 65'inci maddesi geniş ve yersiz surette tefsir edilerek, idare amirinin takdiri ile ambarlardaki bütün mallar müsadere edilmiştir. Bu köyün efradı mahkemelerde sürünen 31 ailesi aç vaziyettedir.”[139]

Yine dönemin gazetecisi Ahmet Emin Yalman da köylünün vergi tahsilatı sırasında uğradığı haksızlıklara dikkat çekmekteydi [140]. Şu da ifade edilmelidir ki bu dönemde TMV’yi ödeyemediği için on binlerce kişi tutuklanmıştır [141]. Fakat Taşra halkı hükûmetin bu uygulamalarına karşı sessiz, tepkisiz ve pasif kalmamıştır. Bu olaylar, taşrada bir pasif direnişe ve tepkiler zincirine sebep olmuştur.

Bu uygulamalara karşı, direniş ve tepkilere geçmeden önce, bugünün hakim tarihi metodolojisinin bakış açısının dışından bu olayları incelemekte fayda olduğu belirtilmelidir. Birçok tarih kitabında, Türkiye’nin 2. Dünya savaşı dönemini herhangi bir isyan veya direniş olmadan atlattığını yazmaktadır [Örn: 142]. Bu aslında Osmanlı-Türk tarih yazımının, temel aktörler olarak elitleri almasından ve onların perspektifinden bakmasından kaynaklanır. Bu olgu, genellikle Türk modernleşme çabalarının veya demokratikleşme çabalarının merkezin eylemleri ile sınırlı kalması ve modernleşme sürecinde taşranın (daha doğru tabirle “Periphery”) pasif kalmasından kaynaklanmasının [143][144] [145] Türk tarih yazımı geleneğinin üzerindeki etkisi olarak değerlendirilebilir.

Bu bağlamda genellikle tarih yazımında “direniş” kavramı elitlerin bakış açısıyla ele alınmış ve gündelik yaşamdaki, “Gündelik Direniş Biçimleri” ihmal edilmiştir. Aslında bu, sadece Türk tarih yazımına özgü bir durum da değildir, nitekim örgütsüz/sistemsiz, doğrudan devrimci sonuçlar doğurmayan, belli bir programı olmayan gündelik varyasyonlarda tezahür eden direnişleri önemsiz olarak nitelendiren ve bunları sosyolojik analizlerden dışlayan kimi Marksist ve liberal düşünürler de dar çerçeveli bir direniş kavramı formüle etmişlerdir [146]. James Scott ise “direniş” olgusunun böyle dar bir çerçevede formüle edilmesine karşın iki temel kavram ileri sürmüştür: “gündelik direniş biçimleri” ve “alt siyaset” (Infrapolitics) [147] Murat Metinsoy bu konuda şöyle yazar:

“Scott’a göre, gündelik yaşamdaki direnişler büyük siyasi olayların temelini hazırlayan ve resmi, yasal ve kurumsal düzeydeki, bürokratlarca yürütülen “üst siyaset”i dolaylı şekillerde etkileyen “alt siyaset”i oluşturur. Bu nedenle, yüksek siyaset dediğimiz alan aslında alt siyaset temeli üzerine oturur ve ondan derin bir biçimde etkilenir. Dolayısıyla, tarihsel gelişmeleri ve süreçleri daha somut bir şekilde kavrayabilmek için altta yatan ve siyasetten uzak gibi görünen bu siyasi sürece, yani insanların gündelik yaşam içinde birbirleriyle ve devletle girdiği ilişkilere bakılması gerekir.”[148]

Bu bağlamda, direniş dendiğinde sadece örgütlü, programlı, devrimsel bir gaye taşıyan eylemlere bakmak, okuyucuyu yanıltacaktır, hülasa alt sınıfların itaatsizliklerinin şiddetli bir şekilde bastırılacağı konusunda duydukları şüpheyi de hesaba katarsak, organize kolektif direniş biçimleri yerine gündelik sivil itaatsizliklerin neden tercih edildiği daha iyi açıklanabilir. Örneğin, 2. Dünya Savaşı döneminde bir Toprak Mahsulleri Ofisi basılıp ateşe verilmedi fakat mal aşırma, hububat saklama gibi eylemler çok sık bir şekilde meydana geldi. Tanel Demirel bu konuda şöyle yazar:

“Hem devlet kararlarını daha fazla kendi lehlerine çevirmek için birbirleriyle mücadele edenler ve hem de bunlara karşı kendilerini çoğu zaman pasif direniş biçimlerini kullanarak savunmaktan geri kalmayan kesimler söz konusudur. Osmanlı-Türk toplumunda siyasal mücadele repertuvarında, devrim, kitlesel protesto ve grevler gibi görünür eylem biçimlerinin, çeşitli Avrupa ülkelerine kıyasla daha sönük gibi görünmesi/algılanması, bir mücadelenin olmadığı veya çok silik kaldığı şeklindeki hatalı bir sonuca yol açmamalıdır. Mücadele repertuvarları diğer bir deyişle, muhalefet yapma biçimleri -kullanılan araç ve taktikler- farklıdır. Muktedir ile madun arasındaki güç farkının büyük olduğu toplumlarda, kapalı/gizli muhalefet biçimleri öne çıkar. Otoriteye açıkça karşı konulmadan, bir yandan onu onaylar görünürken, diğer yandan da gizli bir biçimde direnilir, vergi ödenmez, zorunlu iş yükümlülükleri yerine getirilirken ayak sürünür, askerden kaçılır. Osmanlı-Türk toplumu bu tarz muhalefet biçimlerine yabancı değildir.”[149]

İşte şimdi bu uygulamalara karşı direnişler aktarılırken yukarıda ifade edilen sosyolojik analiz metodunun göz önünde bulundurulması ve dar kapsamlı direniş formülasyonlarından kaçınılması elzemdir, nitekim ancak bu metodolojiyle tek parti rejiminin temeli olan Kemalist Koalisyon’un çöküşü tutarlı şekilde açıklanabilir.

Şimdi ise köylülerin hükûmet politikalarına ve vergilere karşı tepkileri ele alınacaktır. 1943 yılında bir Anadolu köylüsü Toprak Mahsulleri Vergisi’ne ve TMO’ya itirazını şu şiir ile ifade etmekteydi: [150]

Toprak Ofisine,
‘943 Mümessil oturmuş mayıl mayıl bakryo
Mal müdürü evrakları okuyo
Kaymakam da üç misli büküyo
Aman efendim bu karar çoktur
Orduya veriyok zararı yoktur

Sekiz kişi bir komisyon oturdu
Tarlalar bütün harman getirdi
Kaymakam da on beş dana yetirdi
Aman efendim bu karar çoktur
Orduya veriyok zararı yoktur
Bir çift koşu bir ton ekin verir mi?
Kaymakam köylüye saman vurur mu?
İreysi Cumhur devridir kanun razı olur mu?
Aman efendim bu karar çoktur
Orduya veriyok zararı yoktur

Vatanı kurtaran kahraman ordu
Çiftçiler hastadır büyüktür derdi
Yüzde on emrini vekalet verdi
Aman efendim bu karar çoktur
Orduya veriyok zararı yoktur

Satılmış Töremiş deli olacak
Bilmiyom bu buhran çok mu sürecek
Toprak Ofisi belki kaim kalacak
Aman efendim bu karar çoktur
Orduya veriyok zararı yoktur

Şüphesiz ki bir siyasal iktidar nezdinde en önemli olgu meşrutiyettir. (Hele hele söz konusu iktidar demokratik seçimlerle ve halkoyuyla iktidara gelmediyse.) [151]

Köylülerin bu uygulamalara karşı bizce tepkilerinin en net indikatörü ise yasalar nezdinde gayrimeşru/illegal olan davranışları, meşru olarak görmeye ve kabul etmeye başlamalarıydı; aslında bu olgu köylünün artık devletin hukuki meşruiyetine itimat etmediğini gösteriyordu. Örneğin, Ahmet Emin Yalman’ın röportaj yaptığı bir köylü, bu olguyu laflarıyla göstermekteydi. Köylü şöyle konuşuyordu:

“Hükûmet kilesi 3 liraya yüzde elli verdikten ve kendi yiyeceğimizle hayvanlarımızın da yiyeceğini ayırdıktan sonra pazara çıkaracak pek az malımız kalıyor. Çoğumuz kendi malımızın hırsızı olduk. Vicdanlarımızın gayrimeşru diye kabul etmeye alıştığı hareketleri zaruret diye gösterir oldu.”(Vurgu bana ait.) [152]

Aynı şekilde Ahmet Emin Yalman’ın bir diğer röportaj yaptığı bir köylü de “Hükûmetin kararları bizi hırsız edecek, haramı helâl saydıracak gibi olmamalıdır.”[153] diyerek yakınıyordu.

Ahmet Emin Yalman’ın mülakat yaptığı bir diğer köylü de, devletin bu “haksız” uygulamalarının kendilerini soktuğu zor durum dolayısıyla kanunlar nezdinde gayrimeşru kabul edilen eylemleri, nasıl kendilerince meşru saydıklarını ve kanun dışı davranışlara başvurarak Toprak Mahsulleri Vergisi uygulamasını ekarte etmeye çalıştıklarını şöyle aktarır:

“Birçok yerde subaşı, ekimi fazla olan zengin çiftçiye karşı müsamaha göstermiş, geçimi zaten dar olan aciz köylüye ve kendisine düşman olanlara yüklenmiştir. Cidden haksızlığa uğrayanlar çok ezilmiştir. Borçlanma listeleri meşru bir hareket noktası diye kabul edildiği için, köylü bazen yüzde yüz mahsulü verdiği hâlde borcun altından kalkamamış ister istemez mahsule hile karıştırmak gibi hareketlere başvurmuş, köyün ahengi bozulmuştur. Bundan başka borçlu kalanlar aleyhinde adli takibat devam etmiş, bu da bazı yerlerde mevkufen yapılmıştır.”(Vurgu bana ait.) [154]

Aynı olaylar zorunlu hububat alımlarında da vuku buluyordu. Yine Ahmet Emin Yalman’ın röportaj yaptığı bir çiftçi, köylülerin devletin belirlediği fiyattan mahsullerini vermediğini ve bunun yerine mahsullerini sakladığını ifade ediyordu:

“Köylü ondan evvelki azami fiyata mahsulünü vermedi, sakladı. Bizim tarafta toprak rutubetlidir, mahsul gömülmez. Cami köşelerine, şuraya buraya sakladı.”[155]

Görüleceği üzere bu dönemde vergiye karşı yukarıdaki tarzda tonla direniş tezahür etmiştir. Bu direnişin boyutları bizce en iyi şekilde TMV hakkındaki mali kayıtlara bakılarak anlaşılabilir. Mesela dönemin Aydın Milletvekili Refet Alpman’ın resmi raporuna göre, Aydın Vilayetinin toplam hububat 20.000.000 kilo olduğu halde, vergi matrahı 11.144.131 kiloydu. Bu durumda, Alpman’ın gözlemleri ve hesaplamalarına göre, yalnız Aydın çevresinde 20.000.000- 11.144.131= 8.885.869 kiloluk bir mahsulün vergisi kaçırılmıştı [156].

TMV’nin beklenen ve gerçekleşen geliri ise belki de bize köylünün direnişinin boyutlarını ortaya koyabilir.

Yukarıdaki tablodan anlaşılacağı üzere, gerçekleşen gelir; beklenen gelirin neredeyse yarısıdır. Yukarıdaki rakamlar, köylü kesimin TMV’nin önemli bir bölümünü vermediği anlamına ve hükûmetin politikalarının başarısız olduğu anlamına gelmektedir.

Sonuç olarak ifade edilebilir ki, Şükrü Saraçoğlu’nun, savaş sırasında ortaya çıkan fiyat artışının sebep olduğu olağanüstü kazançları çeşitli uygulamalarla (Yukarıda ifade edildiği gibi; Varlık Vergisi, TMV, zorunlu hububat alımı bu uygulamaların en önde gelen örneği.) hazineye geri aktarma stratejisi, yukarıda ifade edilen birçok faktör (köylünün direnci, bürokrasinin yetersizliği, yolsuzluklar, vb.) sebebiyle muvaffak ol(a)mamıştır. Aynı şekilde bu yüzden sosyal harcamalar için yeterli kaynak sağlanamamış ve savaş boyunca devletin sosyal politikaları zayıf ve yetersiz kalmıştır [157]. Halkın neredeyse her kesiminin açlık içinde kıvrandığı bu dönemde, devletin buna karşılık sosyal yardımlar yap(a)maması, yapılanların da çok sınırlı olması halk arasında tepkilere sebep oldu. Örneğin, Reşat Tesal’ın hatıratında yazdığına göre aşağıdaki hiciv halk arasında baya yaygındı, bu hiciv devletin üst kesiminin, toplumsal sorunlara duyarsızlığını tenkit ediyordu;

"Memur darda,
Tüccar barda,
Saraçoğlu hovarda,
İsmet Paşa Konsertuvarda” [158]

Feroz Ahmad da, bu dönemde hükûmet politikalarının hemen hemen her kesimde büyük sıkıntılara sebep olduğunu ifade eder [159]. İlber Ortaylı da 2. Dünya Savaşı döneminde hükûmet tarafından uygulanan politikalar sebebiyle halkın rejime sırt çevirmeye başladığını yazar [160]. Yani ifade edilebilir ki, bu dönemdeki hükûmet politikaları, yukarıda irdelenen olgulardan dolayı, neredeyse tüm toplumsal kesimleri, Kemalist rejimden soğutmuştu.

Ek olarak, bu dönemki ekonomik vaziyeti daha iyi anlamak için bu grafik ve tablolara bakmak da yerinde olacaktır:

Yukarıdaki Grafiğin kaynağı: [161]

Aşağıdaki 2 Grafiğin Kaynağı: [162]

Aşağıdaki Grafiğin Kaynağı: [163]

1.3 Yolsuzluklar ve Savaş Zengini Zümresi

Savaş, neredeyse tüm sosyal zümreleri çok kötü etkilemişti, fakat bu dönemde aslında bir azınlık kesim mevcut şartları fırsata çevirerek, halkın çoğunluğunun açlık ve fakirlikten kıvranırken, zenginleşmeyi başarabildi. Bu azınlık kesim, savaş zenginleri zümresiydi. Savaş zengini zümresi genellikle, karaborsadan zengin olmuş kişiler ve yolsuzluk yapmış bürokratlardan oluşmaktaydı. 1. Bölümde memurların, reel alım gücünün savaş enflasyonu yüzünden nasıl düştüğüne değinilmişti, bu sebepten dolayı memurlar hayatını idame ettirebilmek için rüşvete başvuruyorlardı [164]. Örneğin, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, bu dönemdeki üst düzey yönetici ve bürokratların yolsuzluklarını şöyle yazar: “Zeytinyağı piyasasını tekeli altına alan bakan mı istersiniz; karaborsacıları koruyan vali, umum müdür vesaire mi istersiniz, o devirde bunların her köşe başında size sırıttıklarını görebilirdiniz.”[165] Bu dönemde birçok CHP’li milyoner olmuş hatta bu yolsuzluklar savaş bittikten sonra bile devam etmişti [166]. Memurları denetleyecek veya rüşvetin önüne geçecek geniş bir denetim sistemi de kurul(a)mamıştı [167].

Şu da ifade edilmeli ki, savaş enflasyonu, fiyat denetiminin sıkı tutulduğu ilk yıllarda dahi ticaret hayatını körükleyici bir rol oynamıştı [168].

1941 yılında İstanbul Ticaret Odası’na 1026, 1942’nin ilk 8 ayında da 956 firmanın kaydolduğu belirtilmektedir [169]. Savaş döneminde toplumun çoğu kesimi derin bir yoksulluk içerisinde yaşadığı, hatta bu yoksulluğun Çankaya Köşkü’ne kadar ulaştığı yukarıda ifade edilmişti. Öyle ki toplumda bir azınlık savaşı fırsata çevirmeyi başarabilmişti; 2. Dünya Savaşı sonunda, Türkiye’nin toplumsal hayatında yeni bir sınıf ve yeni bir güç ortaya çıkmıştı: “Savaş Zenginleri Zümresi”

Peki, bu zümre kimlerdi, nasıl zengin olmuşlardı veya sayıları kaçtı? Doğrudan bu konu hakkında istatistiklerle bir saptama mümkün olmasa da dönemi yaşamış çeşitli kişilerin gözlemleriyle dolaylı bir saptama mümkün görünüyor. Savaş bittikten sonra bir CHP milletvekili söz alıp şöyle demişti: “Sayılarını kimse bilmez ama bizde de 30-40 bin kadar savaş zengini milyoner türemiştir.”[170] Sayılarının dışında bizce asıl önemli olan; bu şahısların ne meslek yaptıkları ve nasıl zengin olduklarıdır. Taner Timur bunu şöyle izah eder:

“Savaş yıllarında devletin müdahaleci iktisat politikası iş çevrelerini bürokratlara muhtaç kılmıştır. Daha açık bir ifadeyle, normal arz talep mekanizmasının işlemediği ve dış ticaretin çeşitli kayıtlar altında bulunduğu bir dönemde, bir kısım yüksek memurlar “izin verme", “göz yumma", “haber verme" gibi çeşitli biçimlerde spekülatif kazançların yaratıcısı durumuna gelmişlerdir. Olayların gelişimi, bunlardan birçoğunun bu “yaratıcı" durumdan kendilerinin de yararlandığını ortaya koymuştur. Siyasi iktidar, TMO ve Ticaret Ofisi gibi kurumlarla iç ticarete, ihracat vergisi ve İthalat Birlikleri gibi yollarla da dış ticarete geniş ölçüde müdahale ediyordu. Özellikle enflasyon yıllarında çok kazançlı bir işlem haline gelen ithalatçılığın, bütün organlarının seçimi Ticaret Bakanlığı'nın onayından geçen ve çok çeşitli dallarda ithalat tekelini elinde bulunduran İthalat Birlikleri'nce yürütülmesi tüccar-memur iş birliğini kolaylaştırıyordu.”[171]

Burada İthalat birlikleri ifade edildiği gibi memur-tüccar koalisyonun tipik bir tezahürüdür. İthalat Birliklerinin 3. Maddesinde şöyle yazmaktaydı: “Birliğe giremeyen ithalatçılarla, Birlikten çıkan veya çıkarılan aza, Birliğin iştigal mevzuuna dahil maddeleri ithal edemez veya ettiremez.”[Kaynak 171 ile aynı] Aslında bu tipik bir ahbap çavuş kapitalizmi (crony capitalism) örneği olarak değerlendirilebilir. Aynı şekilde vergilerin tahsilatında da yolsuzluklar çok yaygındı. Mesela Şevket Pamuk, TMV’nin tahsilatındaki yolsuzlukları şöyle anlatır: “Örneğin devlet payını toplamak üzere jandarma eşliğinde köye gelen subaşıları muhtarın, köyün zengin çiftçilerinin veya yöredeki Halk Partisi ileri gelenlerinin evlerinde kalıyorlardı. Ertesi gün hasat yerine çıkıldığında da bu kişiler kayrılıyor, uygulanan politikaların yükünü küçük ve orta üreticiler çekiyordu.”[172]

Dönemin önde gelen iş adamlarından Vehbi Koç ise anılarında bu dönem yaşanan yolsuzlukların yol açtığı ahlaki sonuçlar hakkında şöyle yazar:

“Firma sahibi olduğum 1926 yılında. 1939 yılına kadar kendim ve çalışan arkadaşlarımın dürüstlüğü içi her türlü yemini edebilirim. 1939’dan 1946’ya kadar ise kuruluş ahlâkımız bozuldu, duyduğumuz veya duymadığımız birçok olaylar geçti, tabii bilerek bilmeyerek müşteri karşısında biz de lekelendik.”[173]

İlber Ortaylı ise 2. Dünya savaşı dönemindeki bürokratik ve CHP kadrolarını “nepotist” olarak nitelendirir [174].

1.4 Sonuç

Çalışmanın 1. Bölümünden görüleceği üzere, bu dönemde Türk toplumunun neredeyse tamamı açlık ve fakirlik içerisinde kıvranmaktaydı. Şüphesiz ki gıda sorunun siyasi bir iktidar için önemi büyüktür. Murat Metinsoy bu konuyu şöyle yazar:

“İnsanların beslenmesi siyasi iktidarların yaşaması ve sürekliliği açısından da önemlidir. Beslenmenin önemi savaş ve iktisadi buhran dönemlerinde daha da artar. Böyle dönemlerde açlık, kıtlık, darlık gibi sorunların üstesinden gelinememesi, siyasi iktidarın meşruiyetini sorgulayacak hatta yıkacak gelişmelere, muhalif akımların gelişmesine, ayaklanmalara, savaş hâlinde ise savaşın kaybedilmesine kadar sonuçlara neden olabilir.”[175]

Örneğin, Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşında Arap Yarımadasındaki yenilgilerinin önemli bir payının, gıda sorunu ve bir Alman resmi raporunun ifadesiyle, yemek yerine ölü hayvan kemikleri, ot yiyen askerlerin moral durumu ile de bağlantılı olduğu aşikârdır [176].

Josue de Castro ise, tarihteki büyük siyasal devrim ve dalgalanmalarda, hayat pahalılığının ve açlığın çok önemli bir rol oynadığını ve her zaman siyasi olarak en tehlikeli güçlerden birisi olduğunu yazar [177].

Mesela, Bolşevik İhtilalinin önemli bir sebebi de açlık ve gıda sorunuydu, Ekim Devriminin tanıklarından olan dönemin gazetecisi John Reed, Ekim Devriminin sebeplerini açıklarken, gıda sorunun ve açlığın rolünü vurgular [178].

Aynı şekilde Fransız İhtilalinin de en önemli sebeplerinden birisi açlık ve gıda sorunudur [179][180]. Bu bağlamda ifade edebiliriz ki insanların tokluğu, siyasi iktidarın meşruiyeti için elzemdir. Aslında bu konuda Türkiye Cumhuriyeti 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in şu sözü cuk oturur: ”Boş tencerenin yıkamayacağı iktidar yoktur.” Aslında bu dönemde gıda sorunun, siyasi iktidar için önemini, Devlet Adamları da farkındaydı. Örneğin, dönemin Başbakanı Refik Saydam savaş döneminde iaşe sorunun, toplumsal moral ve toplumsal düzen üzerindeki önemini şöyle dile getirir:

“Asgari ihtiyacını olsun fasılasız ve dağdağasız, endişesiz ve düşüncesiz temin edemeyen insanlarda manevi kuvvet aramak beyhude zahmete girişmektir. Her gün “Yarınki maişetimi nasıl temin edeceğim?” füturu içinde bulunan ve bunalan bir insan insanlıktan çıkmış aciz ve perişan hissiz ve şuursuz bir mahlûktan başka bir şey değildir.”[181]

İsmet İnönü ise fakirliğin insana verdiği biyolojik zararlar dışında, insanın davranışını ve ahlakını bozduğunu ifade ediyordu [182]. Bu dönem birçok devlet adamı, açlığın, iktisadi vaziyetin veya iaşe sorunun milli duygulara zarar verebileceğini ifade etmekteydi. Örneğin, dönemin savcısı Baha Akel iaşe sorunun, siyasi iktidar üzerinde sebep olabileceği etkilerini şöyle ifade ediyordu:

“Zira tecrübeler göstermiştir ki, bir memlekette milli duygular, milli tesanüt tezahürleri ne kadar kuvvetli olursa olsun, kifayetsiz bir tagaddi (beslenme) sistemi ve halkta bu gibi maddelerin inkısamında haksızlıklar yapıldığına olan telakkiler, tesirlerini fizyolojik sahada olduğu kadar, ruhi sahada da gösterir. Bunun neticesini randımanın azalmasında ve siyasi, askeri sahadaki telakkilerde görürüz.”[183]

Aynı şekilde Akel, gıda ve iaşe sorunun, milli duyguları sarsabileceğine ve muhalif akımlara uygun zemin hazırlayabileceğini belirtiyordu:

“En mübrem, beşeri ve kütlevi ihtiyaçlardan biri olan bu malları [ekmek, şeker gibi] tedarik edemeyen fakir sınıfın eksik gıdalanması ortaya içtimai sefaleti çıkarır. Aynı şekilde fakir sınıfın giyinme maddelerini tedarik edememesi açlığın yanında hastalık ve ızdırapların doğmasına sebebiyet verir ki bir milletin milli tesanüt duyguları ne kadar kuvvetli olursa olsun açlık ve sefaletin bu halleri çok sarstığını Birinci Cihan Harbi bize gayet güzel göstermiştir. Bunun neticelerini artan ölüm hadiselerinde eksilen istihsalde ve en nihayette çoğalan siyasi fikir ve kanaatlerde her görmek mümkündür.”[184]

Aslında savaş döneminde yaşanan büyük iaşe ve gıda sorunun siyasi sonucu da tam olarak bu oldu; Halkın tek parti rejimine sırt çevirmesi ve halkın gözünde tek parti rejiminin meşrutiyetinin sarsılması. Şurası aşikârdır ki İnönü’nün diplomatik dehası Türkiye’yi bu dönemde adeta bir ateş çemberinden çok büyük yaralar almadan, işgal edilmeden çıkartmıştır [185]. Tarih, ona hakkını teslim etmelidir ki; bu dönemde ince ve akıllıca akıl oyunlarıyla İnönü diplomatik açıdan neredeyse yapılabilecek en iyisini yapmış ve ülkeyi yıkımdan korumuştur [186][187]. Fakat iç politikada, savaş koşullarının yükü ve maliyeti nüfusun yüzde 80’ini oluşturan küçük-orta köylü kesiminin sırtına yıkılmıştı [188].

Bu olguya ek olarak yapılan yolsuzluklar, sosyal yardımların aşırı sınırlı kalması, yerel bürokrasinin özellikle vergi tahsilatlarında köylülere verdiği eziyetler, halk ile tek parti rejiminin arasındaki iplerin kopmasına sebep olmuştu. 2. Dünya Savaşı müdahaleci ve baskıcı politikalarının Türkiye Sosyo-Politik Tarihi açısından en önemli sonucu Kemalist Rejimin temel taşı olan, Toplumsal Kemalist Koalisyonu yıkmış olmasıdır. Feroz Ahmad, bu durumu şöyle izah eder:

“Savaş sonrası Türkiye'sinde günün temel konusu, hemen hemen bütün kesimlerde büyük sıkıntılara yol açan hükûmetin ekonomik politikasıydı. Bu politikanın belirgin özelliği yükselen enflasyon, kentsel bölgelerdeki mal kıtlığı ve ürünlere konulan narhtı. Bu politikayı güçlendirmek için, hükûmete geniş olağanüstü yetkiler veren Milli Koruma Kanunu da dâhil, ağır bürokratik denetim mekanizmaları kuruldu. Bu müdahaleci politikanın siyasi sonucu, cumhuriyet rejiminin ilk 20 yılı boyunca istikrar ve sükûnet sağlayan siyasi ittifakı parçalamak oldu.”[189]

Sonuç olarak, 2. Dünya savaşın sonucu; 1923’ten beri istikrar sağlayan Kemalist siyasi ittifakın parçalanması olmuştu ve akabinde savaş biter bitmez, yeni bir siyasi denge kurma isteği kaçınılmaz olmuştu [190][191].

Bu bağlamda ifade edilebilir ki, Türkiye’nin çok partili hayata geçişinin ve tek parti döneminin bitişinin temel sebeplerinin 2. Dünya Savaşı Türkiye’sinin iktisadi vaziyetinde aranması yerinde olacaktır.

 

Makalemi kontrol eden ve içindeki imla yanlışları ve dil anlatım bozuklarını düzeltip bana yardımcı olan, saygıdeğer dostlarım Yusuf Çakar ve Efecan Aydemir’e en içten teşekkürlerimi sunarım…

KAYNAKÇA

Kaynak 1: Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları-Tek Partiden Çok Partiye (1944-1950), SF. 23

Kaynak 2: Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, SF. 234 Kaynak 3: Taner Timur, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, SF. 25

Kaynak 4: İlber Ortaylı, Yakın Tarihin Gerçekleri, SF. 196

Kaynak 5: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 198

Kaynak 6: Murat Kayadibi, İsmet İnönü, SF. 79-80

Kaynak 7: Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, S. 233-234

Kaynak 8: Emre Alkin/Yalın Alpay, Olaylarla Türkiye Ekonomisi, SF. 77-81

Kaynak 9: Yıldırım Koç, Türkiye’de Sınıf Mücadelesinin Gelişimi(1923-1973), SF. 153

Kaynak 10: Halil Aytekin, Köyde Yaşayış, Tan Gazetesi, 16.07.1945

Kaynak 11: Mediha Berkes, Köyde Yaşayış, Yurt ve Dünya Dergisi, Sayı 30

Kaynak 12: 08.10.1942 Tarihli İntihap Dairesi Raporu, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı, Cumhuriyet Halk Fırkası Kataloğu, No. 490.1/722.470.1

Kaynak 13: 08.10.1942 Tarihli İntihap Dairesi Raporu, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı, Cumhuriyet Halk Fırkası Kataloğu, No. 490.1/ 653.176.1

Kaynak 14: Kemal Karpat, Turkey’s Politics: The Transition to a Multi-Party System, SF. 104

Kaynak 15: Başer Kafaoğlu, Varlık Vergisi Gerçeği, SF. 17

Kaynak 16: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 162-163

Kaynak 17: Zekeriya Sertel, Köylü Hakikaten Zengin Oldu Mu?, Tan Gazetesi, 08.06.1943

Kaynak 18: Hüseyin Avni, Hangi Köylü Zenginleşiyor?, Yurt ve Dünya Dergisi, 20. Sayı, 1942.

Kaynak 19: İlber Ortaylı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk, SF. 348-349

Kaynak 20: Rıdvan Ege, Türkiye’nin Sağlık Hizmetleri ve İsmet Paşa, SF. 15

Kaynak 21: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 155

Kaynak 22: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 204

Kaynak 23: Zehra Kosova, Ben İşçiyim, SF. 118

Kaynak 24: Orhan Kemal, Ekmek Kavgası, SF. 6-7

Kaynak 25: Adnan Binyazar, Masalını Yitiren Dev, SF. 94

Kaynak 26: Adnan Binyazar, Masalını Yitiren Dev, SF. 82

Kaynak 27: Faik Ahmet Barutçu, Siyasi Anılar 1939-1954, SF. 250

Kaynak 28: Erik Jan Zürcher ve Dan Quataert, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sinde İşçiler, 1839-1950, SF. 211

Kaynak 29: Fehmi Yavuz, Anılarım, SF. 11

Kaynak 30: Dr. Emin Kıcıman, Sıhat işleri, Belediye Mecmuası, Ocak 1940

Kaynak 31: Ertuğrul Şevket, Mesken Buhranı Ankara’da Günün Meselesi, Tan Gazetesi, 29.01.1944

Kaynak 32: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 241-242

Kaynak 33: Bazı Bölgelerdeki Fabrika, İşyerleri ve İşçilerin Genel Durumu Hakkındaki Büyük Millet Meclisi Çalışma Komisyonu Raporu, 30.12.1947, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı, Cumhuriyet Halk Fırkası Kataloğu, No.490.1/728.495.5

Kaynak 34: Zehra Kosova, Ben İşçiyim, SF. 124

Kaynak 35: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 233

Kaynak 36: Erik Jan Zürcher ve Dan Quataert, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sinde İşçiler, 1839-1950, SF. 211

Kaynak 37: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 237

Kaynak 38: Şehmus Güzel, Capital and Labour During World War 2, SF. 134

Kaynak 39: Şehmus Güzel, Capital and Labour During World War 2, SF. 136

Kaynak 40: Şehmus Güzel, Capital and Labour During World War 2, SF. 136-137

Kaynak 41: Ahmet Makal, Türkiye’de Tek Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1920-1946, SF. 406

Kaynak 42: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 242-244

Kaynak 43: Tan Gazetesi, 05.07.1944

Kaynak 44: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 264 Kaynak 45: Çorap İşçileri Adına, Tan Gazetesi, 02.06.1945

Kaynak 46: Mahmud Şevket Esendal’a Gelen Mektup ve Şikayet Dilekçeleri, 03.05.1945 Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı, Cumhuriyet Halk Fırkası Kataloğu, No.490.1/50.199.3

Kaynak 47: Bazı Bölgelerdeki Fabrika, İşyerleri ve İşçilerin Genel Durumu Hakkındaki Büyük Millet Meclisi Çalışma Komisyonu Raporu, 30.12.1947, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı, Cumhuriyet Halk Fırkası Kataloğu, No.490.1/728.495.5

Kaynak 48: Alparslan Türkeş, 1944 Milliyetçilik Olayı, SF. 20-21

Kaynak 49: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 371-378

Kaynak 50: Eli Şaul, Balat’tan Bat-Yam’a, SF. 109

Kaynak 51: Can Dündar/Bülent Çaplı, İsmet Paşa, SF. 80

Kaynak 52: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 200

Kaynak 53: Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye 1945-1980, SF. 26

Kaynak 54: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 206

Kaynak 55: https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.3.3780.pdf

Kaynak 56: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 88-89

Kaynak 57: Faik Ötke, Varlık Vergisi Faciası, SF. 37

Kaynak 58: Zekeriya Sertel, Halkın Zaruri İhtiyaçları Nasıl Temin Edilebilir?, Tan Gazetesi, 17.10.1943

Kaynak 59: Hüseyin Avni, İhtikarla Mücadele Niçin Müspet Netice Vermedi, Tan Gazetesi, 24.01.1941

Kaynak 60: Falih Rıfkı Atay Başvekilin Bahsettiği Misal, 1 Şubat 1942, Ulus Gazetesi

Kaynak 61: Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Cilt 2, SF. 216

Kaynak 62: Reşat Tesal, Selânik’ten İstanbul’a Bir Ömrün Hikayesi, SF. 199

Kaynak 63: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 90

Kaynak 64: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 93

Kaynak 65: Taner Timur, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, SF. 24-27

Kaynak 66: Taner Timur, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, SF. 25

Kaynak 67: Taner Timur, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, SF. 24

Kaynak 68: Adam Smith, Ulusların Zenginliği(Say Yayınları Kısaltılmış versiyonu), SF. 33-46

Kaynak 69: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 201

Kaynak 70: Taner Timur, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, SF. 25

Kaynak 71: Metin Toker, Tek Parti’den Çok Parti’ye, SF. 24

Kaynak 72: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 343

Kaynak 73: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 342-343

Kaynak 74: Sonteşrin Dergisi 1942, Sayı 108

Kaynak 75: Örneğin Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları adlı kitabında bunu ifade eder.

Kaynak 76: Eduard Philippe Engelhardt, Türkiye ve Tanzimat, SF. 257

Kaynak 77: Alp Buğdaycı, 1923-1939 Arası Türkiye Ekonomisi Makalesi, Bölüm 1.6, Mises Enstitüsü

Kaynak 78: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi(1923-1950), SF. 223-245

Kaynak 79: Bige Sükan, İmparatorluktan Cumhuriyete Yabancı Sermaye Anlayışı, SF. 18-23

Kaynak 80: Emir Bostancı, 1929-1938 Yılları Arasında Türkiye’de Yabancı Sermaye

Kaynak 81: Örneğin 7 Eylül Kararları buna bir örnektir, 7 Eylül Kararları için: İlber Ortaylı, Yakın Tarihin Gerçekleri, SF. 235-236

Kaynak 82: Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, SF. 136

Kaynak 83: TC Resmi Gazete, 5255. Sayı, SF. 3965-3969

Kaynak 84: Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, SF. 398

Kaynak 85: Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye, SF. 26

Kaynak 86: Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, SF. 290 Kaynak 87: Faik Ötke, Varlık Vergisi Faciası, SF. 64

Kaynak 88: Vehbi Koç, Hayat Hikayem, SF. 65

Kaynak 89: Taner Timur, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, SF. 63

Kaynak 90: https://www.avlaremoz.com/2017/11/26/nadir-nadinin-kaleminden-hitlerin-sirin-ve-samimi-avusturyasiserdar-korucu/

Kaynak 91: Emine Uşaklıgil, Bir Aile Tarihi: Benim Cumhuriyet’im, SF. 6

Kaynak 92: Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, SF. 400

Kaynak 93: Sevan Ağır/Cihan Artunç, Political Economy, Firm Survival and Entrepreneurship in Turkey: The Case of the Wealth Tax(1942), SF. 20-25

Kaynak 94: Taner Timur, Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, SF. 26

Kaynak 95: Faik Ökte, Varlık Vergisi Faciası, SF. 210

Kaynak 96: Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, SF, 403

Kaynak 97: Başer Kafaoğlu, Varlık Vergisi Gerçeği, SF. 74

Kaynak 98: Yıldız Sertel, Ardımdaki Yıllar, SF. 120

Kaynak 99: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 171

Kaynak 100: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 175

Kaynak 101: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 206

Kaynak 102: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 111

Kaynak 103: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 58

Kaynak 104: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 203

Kaynak 105: Mahfi Eğilmez, Makroekonomi, SF. 58-59

Kaynak 106: https://www.pdfprof.com/PDF_Image.php?idt=78633&t=39

Kaynak 107: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 203-204

Kaynak 108: Seçim Yerlerinde Tetkiklerde Bulunmuş Eskişehir Mebuslarının Tanzim Eyledikleri 26.11.1943 Tarihli Rapor, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı, Cumhuriyet Halk Fırkası Kataloğu, No.490.1/652.169.1

Kaynak 109: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 177

Kaynak 110: Murat Metinsoy, A.G.E, SF. 177

Kaynak 111: Murat Metinsoy, A.G.E, SF. 220-221

Kaynak 112: Murat Metinsoy, A.G.E, SF. 175

Kaynak 113: Murat Metinsoy, A.G.E, SF. 177

Kaynak 114: Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi, 04.06.1943, C. 29-30, SF. 19

Kaynak 115: Mediha Berkes, Köyde Yaşayış, Yurt ve Dünya Dergisi, No. 30, 1943

Kaynak 116: Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Cilt 2, SF. 210

Kaynak 117: Hukuk ve İktisat Araştırmaları Dergisi Cilt 4, No 2, 2012, Türk Vergi Hukuku Tarihinde Tartışılan Bir Vergi: Toprak Mahsulleri Vergisi

Kaynak 118: Cahit Kayra, ‘38 Kuşağı, SF. 110

Kaynak 119: Yeni Adana Gazetesi, 14.11.1944

Kaynak 120: Yeni Adana Gazetesi, 01.12.1944

Kaynak 121: Kocatepe Gazetesi, 01.09.1942

Kaynak 122: Cahit Kayra, ’38 Kuşağı, SF. 110-11

Kaynak 123: Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı, Cumhuriyet Halk Fırkası Kataloğu, No. 490.1/50.199.3

Kaynak 124: Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, Cilt 2, SF. 605-609

Kaynak 125: Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, Cilt 2, SF. 593-594

Kaynak 126: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 185

Kaynak 127: Afyon Mebusları Haydar Gerçel ve Mebrure Gönenç’in İntihap Daireleri Olan Afyon’da 1942 Yılındaki Tahtikatlarına Dair Rapor, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı, Cumhuriyet Halk Fırkası Kataloğu, No.490.1/652.169.1

Kaynak 128: Eskişehir Milletvekilleri, 15.05.1940 Tarihli Seçim Bölgesi Raporu, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı, Cumhuriyet Halk Fırkası Kataloğu, No.490.1/651.167.1

Kaynak 129: Ali Rauf Arslan, Toprak Mahsulleri Vergisi Nasıl Tahsil Ediliyor, Tan Gazetesi, 22.02.1944

Kaynak 130:Ahmet Emin Yalman, Köy Aleminde Duyduklarım, Vatan Gazetesi, 07.09.1943

Kaynak 131: Toprak Mahsulleri Vergisi Cibayet Heyetleri Kuruluyor, Tan Gazetesi , 11.06.1943

Kaynak 132: Zekeriye Sertel, Bir Çare Lazım, Tan Gazetesi, 29.04.1944

Kaynak 133: Nurettin Ünen, Bir Ahlak İmtihanı, Yeni Adana Gazetesi, 02.08.1944

Kaynak 134: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 190-192

Kaynak 135: Hikmet Bil, Çelik Silolar, Tan Gazetesi, 10.10.1945

Kaynak 136: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 193

Kaynak 137: Afyon Mebusları Haydar Gerçel ve Mebrure Gönenç’in İntihap Daireleri Olan Afyon’da 1942 Yılındaki Tahtikatlarına Dair Rapor, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı, Cumhuriyet Halk Fırkası Kataloğu, No.490.1/133.539.1

Kaynak 138: CHP Afyon Merkez Kazasının 1944 Yılı Kongresinde Kabülüne Karar Verilip Vilayet Kongresinde Kabülüne Karar Verilip Vilayet Kongresinin Tetkikine Sunulan Dilekçeler, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı, Cumhuriyet Halk Fırkası Kataloğu, No.490.1/133.539.1

Kaynak 139: Seçim Yerlerinde Tetkikler Yapmış olan Eskişehir Mebuslarının Tanzim Eyledikleri 26.11.1943 Tarihli Rapor, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı, Cumhuriyet Halk Fırkası Kataloğu, No.490.1/652.169.1

Kaynak 140: Ahmet Emin Yalman, Köylü Hakkındaki Yanlış Kanaatler, Vatan Gazetesi, 22.08.1943

Kaynak 141: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 209

Kaynak 142: İlber Ortaylı, Türkiye’nin Yakın Tarihi, SF. 114

Kaynak 143: Journal of International Affairs, Fall 2000, sayı 54, Metin Heper, The Ottoman Legacy and Turkish Politics, SF. 79-81

Kaynak 144: İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, SF. 273-276

Kaynak 145: Halil İnalcık, Rönesans Avrupası/Türkiye’nin Batı Medeniyetine Özdeşleşme Süreci, SF. 309-331

Kaynak 146: James Scott, Weapons of the Weak: Everyday Forms of Peasent Resistance, SF. 292

Kaynak 147: James Scott, Weapons of the Weak: Everyday Forms of Peasent Resistance, SF. 191-192

Kaynak 148: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 23-24

Kaynak 149: Tanel Demirel, Türkiye’nin Uzun 10 Yılı, SF. 87-88

Kaynak 150: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye, SF. 196-197

Kaynak 151: Aslında Osmanlı Modernleşmesini de bir açıdan bu meşrutiyet arayışı tetiklemiştir, mesela 2. Abdülhamit Meclisi tatil etmesine rağmen hiçbir şekilde Anayasaya dokunmamıştır. Bülent Tanör, anayasalı dönemin padişahı, anayasasız döneminkilerden bile artık hukuki meşruiyetleri olduğu için güçlü olduklarını yazarken bunu kasteder: Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, SF. 144

Kaynak 152: Ahmet Emin Yalman, Ege’den Notlar 3: İstihsal Adamın Hükümetten Şikayetleri, Vatan Gazetesi, 18.09.1943

Kaynak 153: Ahmet Emin Yalman, Yaratıcı Beraberlik, Vatan Gazetesi, 24.10.1943

Kaynak 154: Ahmet Emin Yalman, Köylüden Haber, Vatan Gazetesi, 27.04.1943

Kaynak 155: Ahmet Emin Yalman, Bir Çiftçiyle Mülakat, Vatan Gazetesi, 09.04.1943

Kaynak 156: Aydın Mebusu Refet Alpman’ın 22.11.1944 tarihli Seçim Bölgesi Raporu, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Cumhuriyet Arşivi Daire Başkanlığı, Cumhuriyet Halk Fırkası Kataloğu, No.490.1/622.43.1 Kaynak 157: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 206-207

Kaynak 158: Reşat Tesal, Selanik’ten İstanbul’a Bir Ömrün Hikayesi, SF. 186

Kaynak 159: Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye(1945-1980), SF. 27

Kaynak 160: İlber Ortaylı, Yakın Tarihin Gerçekleri, SF. 201

Kaynak 161: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 193

Kaynak 162: Yahya Sezai Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, SF. 341

Kaynak 163: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF.196

Kaynak 164: Murat Metinsoy, 2. Dünya Savaşında Türkiye, SF. 100

Kaynak 165: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, SF. 152

Kaynak 166: Taha Akyol, Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca; Otoriter Demokrasi 1946-1960, SF. 86

Kaynak 167: Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşında Türkiye, SF. 108-111

Kaynak 168: Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, SF. 397

Kaynak 169: Hüseyin Avni, 1 Ekim 1942 Tarihli, “Tüccarlar Çoğalıyor” adlı yazısı

Kaynak 170: Taner Timur, Türkiye’de Çok Partili Yaşama Geçiş, SF. 27

Kaynak 171: Taner Timur, Türkiye’de Çok Partili Yaşama Geçiş, SF. 27-28

Kaynak 172: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 206

Kaynak 173: Vehbi Koç, Hayat Hikâyem, SF. 62

Kaynak 174: İlber Ortaylı, Türkiye’nin Yakın Tarihi, SF. 123

Kaynak 175: Murat Metinsoy, 2. Dünya Savaşında Türkiye, SF. 77

Kaynak 176: Guenter Lewy, 1915 Osmanlı Ermenilerine Ne Oldu?, SF. 97-101

Kaynak 177: Josue de Castro, Geography of Hunger, SF. 15

Kaynak 178: John Reed, Dünyayı Sarsan 10 Gün, SF. 41-42

Kaynak 179: The American Historical Review, Temmuz 1946, Vol. 51, No. 4, Richard Munthe Brace, The Problem of Bread and the French Revolution at Bordeaux, SF. 650 ve 654-658

Kaynak 180: Past&Present, Kasım 1955, No. 8, George E. Rude, The Outbreak of the French Revolution, SF. 29-33

Kaynak 181: Murat Metinsoy, 2. Dünya Savaşında Türkiye, SF. 81

Kaynak 182: Murat Metinsoy, 2. Dünya Savaşında Türkiye, SF. 82

Kaynak 183: Baha Akel, Fevkalade Zamanlar Ekonomisi ve İhtikar, SF. 17

Kaynak 184: Baha Akel, Fevkalade Zamanlar Ekonomisi ve İhtikar, SF. 30

Kaynak 185: İlber Ortaylı, Yakın Tarihin Gerçekleri, SF. 195

Kaynak 186: Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam, Cilt 2, SF. 269-270

Kaynak 187: Can Dündar-Bülent Çaplı, İsmet Paşa, SF. 82

Kaynak 188: Şevket Pamuk, Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi, SF. 206-208

Kaynak 189: Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye(1945-1980), SF. 27

Kaynak 190: Cem Eroğul, Demokrat Parti, SF. 4-5

Kaynak 191: Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye(1945-1980), SF. 26

Alp Buğdaycı

Ludwig Maximillian Münih Üniversitesi İktisat öğrencisiyim. Temel olarak ilgi alanlarım, siyasal iktisat, iktisat tarihi, erken cumhuriyet tarihi ve siyaset teorisi. İleride; otoriteryen rejimlerin sosyo-ekonomik kökenleri, kalkınmanın politik iktisadı, milli burjuvazinin oluşumu ve demokratikleşme üzerine çalışmak istiyorum.

Aramıza katıl ve
çalışmalarını paylaş!

Okunmasını istediğin bir makalen, yardıma ihtiyacın
olduğu veya merak ettiğin bir konu mu var?

Şimdi Katıl! Atatürk